1. Kitabın hemen girişinde antroposen çağın kayıplarını özetleyip, elementlerin ekoeleştirtirel bir yaklaşımla ele alınacağını söylüyorsunuz. Dinleyicilerimize kitaptan küçük bir hatırlatma yapalım; periyodik cetveldeki 100 küsür elementten değil, hava, su, toprak ve ateşten söz ediyoruz. Nedir elementlerin ekoeleştirisi?
Elementler hiç öyle kolay, pasif ya da sessiz değildir. Bu açıdan da elementleri incelemek kitap boyunca eleştirdiğim insan merkezli bakış açısına tezat oluşturur. Peki bunu nasıl yapar? İnsan merkezli bakış açısına göre insanlar düşünebildikleri için vardır, dolayısıyla akıl ve beden arasında – yani madde ve söylem arasında – keskin bir ayrım çizilir ki bu da Kartezyen Düalizm’dir. Doğa madde kültür de söylem olarak ele alınır ve kültür doğadan daha üstün bir konuma yerleştirilir. Bu yerleştirmenin yanlış olduğunu savunuyorum kitabımda. Elementler de bunu gösteren en önemli maddeler. Ve aynı zamanda madde değiller. Ne demek şimdi bu? Madde diye öteki ve aşağı konumuna koyduğumuz doğanın bir parçası olan ve bizim tahakküm altına almaya çalıştığımız elementler, bizim bedenimizin ve varlığımızın vazgeçilmez ve ayrılamaz bir parçası. Nitekim bizim aklımız ve bedenimiz kozmik anlamın aktif birer üreticisi olduğu kadar, bu anlamdan ayrılamayacak kadar ona ait minik bir zerredir de. Burada dikkat etmemiz gereken şey aktif anlam üreticiliği sadece insanlara özgü olmadığıdır. Yıldızlar, kozmik enerji çekimi, mevsimler, bitkiler, taşlar, coğrafi şekiller, politik ilişkiler, hastalıklar ve bunun gibi her oluşum döngüsel varlığın aktif üreticileri olarak evrensel hikâyenin bir parçasını oluşturur. Bunu daha kolay izlemek için antik felsefede ve antik tıp geleneğinde olduğu gibi 100 küsür elementi değil 4 ana elementi ele aldım.
Bedenimiz bize bir element hikâyesi anlatıyor. 4 ana element ya da unsur, yemek, içmek ve nefes almak yoluyla, sindirim ve solunum gibi eylemlerle bedenimizde başkalaşıp dönüşerek bizi insan yapıyor. İşte tam da bu noktada insan nedir bir daha düşünmek gerekiyor. Bizi insan yapan tam olarak ne? İnsan bedeninin neredeyse yüzde 90’ı insan dışı. Ama Donna Haraway’in de dediği gibi biz hiç insan olmadık ki? Hem ne ki bu büyük, üstün, aktif, maddeden ayrı İnsan miti? Yok öyle bir şey. Ötekileştirdiğimiz insan olmayan diye ikincil konuma ittiğimiz içimizde.
Topraktan gelir, toprağa gideriz. Toprağın içindeki kurtçuklar bedenimizde de var. Onlar olmasa olmayız. Topraktan besleniriz, karşılıklı bir etkileşim hep var. Topraktaki kurtçukların yiyip toprağa dışkıladığı ve sonra bitkilere geçen mineralleri alırız. Kurtçukların yediği ölü beden parçacıkları mesela bir patates olur ve biz yeriz. Büyük büyük annemizin parçacıklarını yemiş oluruz. Bedenlerimiz de o minerallere karışır, belki bir ağaç olur, meyve olur, döngünün içinde eriyip gideriz.
Bedenimizin büyük bir kısmı su. Atalarımız su canlıları ama gariptir ki suda artık hayatta kalamayız; nefes alamayız. “Mavi gezegen!” Su hayattır. Uzayda ilahi gözlemci göz bir anda insan kesilir ve muhteşem Mavi Gezegen fotoğrafı ortaya çıkar. Su ama ölüm de getirir. Nuh Tufanında ya da Atra-hasis destanında olduğu gibi.
Ateş ilk teknolojimiz – Prometheus’un bize tanrılardan çalıp armağan ettiği (tabii aydınlanma anlamına gelecek şekilde). Isı, yemek, sıcaklık… Gezegen patlamayla başladı, evren patlıyor, dönüşüyor. Güneş olmazsa yaşam olmaz ama ateş ceza da cehennem deyince aklımıza ilk yanmak gelir.
Hava bizde, birbirimizi soluyoruz. Nefes almadan yaşayamayız. Nefes almak fiziki olarak en yakın temasımızdır. Yalnız olsak da yalnız değiliz. Kaç kişiyle böyle yakınlaşıp moleküler ve atomik hatta atom altı düzeyde bilgi ve enerji transferi yaşıyoruz bir düşünsenize. Hava boşluk gibi görünür ama öyle bir doludur ki. Hava başkalarının hikâyeleriyle doludur ve biz o hikâyeleri soluyoruz.
Elementler hiç kolay değil. Elementler insanın özüdür. Bu durumda element ekoeleştirisi de insanı merkezden indiren ekoeleştirel söylemin bir uzantısı olarak insanın maddi varlığına dikkat çekip madde ve söylemin ayrılamazlığına elementleri kullanarak dikkat çekiyor. 2015 yılında Jeffrey Cohen ve Lowell Duckert editörlüğünde University of Minnesota Press’den çıkan Elemental Ecocriticism: Thinking with Earth, Air, Water, and Fire kitabı bu alanın ilk kitabıdır.
2. Kitabınızda ekofobiyi, insanın doğaya karşı hissettiği mantıksız ve yersiz korkusu, nefreti hatta tiksintisi olarak tanımlayıp bunun felsefe temellerini kendisini doğadan soyutlayan ve onu tahakküm altına almaya vardıran kartezyen düalizme kadar götürüyorsunuz. Kitaptaki bu düşüncelerinizi dinleyicilerimizle paylaşır mısınız?
Ekofobi hipotezi Simon Estok tarafından ekoeleştiri alanındaki kuramsal boşluğu doldurmak ve daha aktivist gibi görünen ekoeleştiriyi akademik çalışmalara daha uygun hale getirmek amacıyla ortaya atılmıştır. Ekofobi Hipotezi kitabı Türkçeye Kapadokya Üniversitesi Yayınlarından Sibel Dinçel tarafından çevrilmiştir. Estok ekofobiyi homofobi, ırkçılık ve cinsiyet ayrımı gibi, doğal dünyaya duyulan mantıksız ve yersiz korku ya da nefret olarak tanımlamaktadır. Ayrıca, ekofobi insanların doğal çevreyi kontrolleri altına alma isteklerini de kapsamaktadır. Bu istek insanların kendilerini diğer canlılardan ayrıcalıklı görmelerine bağlıdır. Çünkü düşünen varlık olarak insanlar kendilerini diğer canlılardan üstün görür ve doğayı tahakkümleri altına aldıkları zaman kendi eylecilikleriyle vahşi doğayı ehlileştirmiş ve düzene sokmuş gibi düşünürler. Böylelikle öngörülemez vahşi doğa düzene dahil edilir.
Bu bağlamda elementleri de kontrolümüz altında tutma eğilimindeyiz. Elementlerin bağımsız eyleyiciliklerinin zaptedilmesine örnekler: Toprak özellikle tarımsal uygulamalarla, toprağı estetik algıya sığdıran bahçe uğraşlarıyla, rekreasyon alanlarının yapılmasıyla, maden ocağı yapımıyla (ki yakın zamanda Akbelen’de epey ses yükseltildi maden ocaklarına karşı); su baraj, tuvalet ve özellikle pet şişe içerisinde temiz su üretimi gibi çeşitli alanlarda; ateş yemek pişirme, ısınma ve ateşli silahların üretiminde; ve hava rüzgar gücüyle çalışan gereçlerin üretimi gibi etkinliklerle kontrol altına alınır. Fakat bu kontrol çabaları çoğu zaman insanlar için felaketle sonuçlanır. Havanın kirlenmesi (hava); okyanuslara, göllere, nehirlere ve yeraltı su tabakasına verdiğimiz zararlar ve kuruttuğumuz göller (su); verimli toprakların ve ormanların (toprak) toksik atık alanlarına dönüştürülmesi ve fosil ve ateş bazlı teknolojilere bağımlı bir medeniyet inşa etmemiz (ateş) örnek gösterilebilir.
Dolayısıyla “insan doğaya karşı” anlayışı da ekofobiktir ve olmamalıdır. Çünkü zaten elementler biziz! Doğa biziz. Doğa insanlara karşı savaşmaz.
3. Bence kitabınızın her bölümü birbirinden ilginç, sürükleyici, merak uyandırıcı ve aynı zamanda metinler arası bir okumayı mümkün kılıyor hatta özendiriyor. İşte böyle bir bölüm de Hamlet’e ayrılmış. Hamlet oyununda dönüp dolaşıp sahneye gelen ölümün, insan merkezciliği tehdit ettiğini ya da başka bir ifadeyle zedelediğini yazıyorsunuz. Benzer biçimde deliliğin de “tek fail insan” imgesini zedelediğini. Bu okumayı dinyecilerimizle paylaşır mısınız?
Çok güzel bir soru. Yakın zamanda Hamlet yönetmenliği de yaptım, Mayıs ayında ve Hamlet’teki ölüm temasını vurgulayarak element ekoeleştirel bir Hamlet ortaya çıkarmaya çalıştım, 4 elementi de kullanarak.
Öncelikle ölüm neden insan merkezciliği tehdit eder? Çünkü çok maddesel bir süreçtir. Ölünce ruha ne olur gibi tartışmaları bir kenara bırakarak, doğal ve maddesel sürecin bir uzantısı olarak çürüyen ve özü toprak canlılar tarafından yenip, dışkılanıp, tekrar toprağa karışan bedenlerin yıllar içerisinde dönüşümüyle oluşan taşlarda hem fiziksel olarak toprağa gömülen bedenlerin hikâyeleri hem de kültürel olarak gömme işlemlerinin etkileri mevcuttur. Nitekim kefenle gömmek işleminde toprağa kefenin de karışması doğaldır. Ya da yakılan bedenlerin küllerinin topraktaki minerallere karışması farklı bir taşlaşmaya yol açacaktır. Bu açıdan bakıldığında toprak kültürel etmenlerin de eridiği; madde ve söylemin iç içe geçip aktığı dolanıklıklarıyla eyleyici bir elementtir. İşte bu yüzden insan bedenine karşı yersiz bir korku ve nefret besler. Burada yine ekofobi devreye girer. Hamlet’i delirten de budur. Leşleri bile gebe bırakır ya güneş. Yani o yüce ve ilahi insan jeolojik zamana karşı o kadar güçsüzdür ki. Hani nerede benim yüceliğim. İskender’in bedenine ne oldu? Nerede kaldı o yiğitlikler diye sorar Hamlet. Var olmak mı yok olmak mı? Hani her şeyi zapt eden o üstün insan, bedeninin ölümlüğüne mahkûm.
Delilik nasıl peki? Akılsal bir çürüme yani İnsan merkezli bakış açısında insanı tek ayıran şeyin, aklın, çürümesi. Akıl çürürse, medeni düzene artık istenildiği ve müsaade edildiği ölçüde katılamaz kişi. Daha da vahim olanı, artık kişi tahmin edilemez, yani öngörülemez, hatta kontrol edilemez olur. İnsanlar tahmin edilemezi sevmez. Tıpkı vahşi doğa gibi. Deli insanlar doğa gibi hemen ehlileştirilmelidir. Delilik insanın güçlü entelektüel kişiliğinin kaybolmasıdır. Bu “doğa dışıdır” ama doğaldır da ve insan türünün ayrıştırıcı özelliği olan aklın kaybolmasıdır. Bu kayboluşla insan kültürel normların dışına çıkar. Rasyonel eyleyicilik kayboldukça insan daha çok insan olmayan olur – ki zaten nedir insan, bu özü toz yaratık?
4. Elementler, tiyatro oyunları, destanlar, şiirlerle bezeli ve bunların hepsinin görünmeyen tarafına yoğunlaşan kitabınız ateş elementiyle sona eriyor. Karacaoğlan’dan çok güzel bir şiirle başlıyor bu bölüm: ” cehennem yerinde hiç ateş yoktur, herkes kendi ateşini bile götürür”. Barutu, topu, tüfeği ve bombayı bulup, tüm canlı yaşamını tehdit eden insanın, ateşle imtihanını anlatır mısınız bize; umut var mı?
İlk teknolojimiz, ilk aydınlanmamız ateş. Heraklitos’un kozmik özü, değişimin izi, ateş. Ama bağrımıza düşen ateş, orman yangınlarıyla yandığımız ateş. Vurulduğumuz bomba ateş. Gösterilerde havai fişek ateş. Vücut ısısı olarak ateş. Yaşamın kaynağı Güneşte ateş. Ateş diğer üç ana elementten farklıdır. Prometheus ateşi çalmış insanlığa aydınlık ve şifa olsun diye getirmiş, sonra cezalandırılmış. Gerçekten de ateşle insanlık tamamen değişmiş. Artık pişirilip de yenilen yemeklerle bedeni ateş kullanarak üretilen eserlerle de kültürel değerleri değişmiş.
Ama ateş yakar, öldürür. Arşimet’in yaktığı Romalılarda da ateş (Siraküza kuşatması), Hiroşima’da da ateş var. Çernobil’de ateş var. Yakın zamanda Çanakkale’deki orman yangınlarında ateş var. Birilerinin fantezilerinde dünyayı yok eden ateş. “Remember, remember, the fifth of November”da (5 Kasım 1605, Guy Fawkes) da ateş. Heraklitos’tan günümüze epey yol kat etmiş yani ateş. Savaşın yüzünü ve savaşçı tipini değiştiren ateş. Savaş ateş. Ölüm ateş.
Umut var mı? Var ama düşünce şeklimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu insan merkezcilik devam ettikçe daha ateşin yolu devam edecek gibi görünüyor. Ama bir silkinip etrafımıza baksak her şey çok güzel olacak.
0 Yorum