“KHK’li olmak” gibi bir prangayla hayat mücadelesi veren ve bu mücadeleyi de kalemiyle sürdüren bir yazarla birlikteyiz. Sevgili Gökhan Yavuz Demir’le kısa romanı Kesin Döneceksiniz ve okuruna her daim söyleyecek sözü olan Don Quijote üzerine konuştuk. Yazmanın zorluğu ve hazzı, sözün gücü, konuşmaya değer kütüphanesi ve minik dostları da ister istemez sohbetimize sızdı. Söyleşinin girişini uzatarak vaktinizi almayalım çünkü yolumuz uzun ve ırmak çağıldıyor.
“İşsiz ve yalnız kaldı, bütün kapılar yüzüne kapandı diye hiçbir yazar yazmaktan vazgeçemez”
Gökhan Yavuz Demir
Söyleşi: Batuhan Sarıcan
batuhan@ajandakolik.com
On beş yaşından beri roman yazmak isteyen Gökhan Yavuz Demir, bu yıl yarım asrı deviriyor. Yaşını ortaya çıkardığım için kusura bakma. Ancak bu ifşanın bir nedeni var. Bundan beş yıl kadar önce İstanbul’da bir araya geldiğimizde, “İlk yarıyı golsüz kapattım,” demiştin. Bunca yıl bir türlü yazamayıp üç günde bu kadar özenli ve güzel bir kısa roman ortaya çıkarmana yol açan, başka bir deyişle, ikinci yarıya golle başlamanı sağlayan ne oldu? Teknik direktör kimdi ve soyunma odasında neler yaşandı?
Evet, söylediğin gibi yarım asrı deviriyorum. Fakat bunu saklayacak veya bundan utanacak değilim. Aksine yaşlı bir yazarın daha tecrübeli ve bilge olacağına dair boş bir önyargıdan belki faydalanırım diye de umuyorum. Madem benzetmeyi futbol üzerinden kurduk bir kere, oradan devam edelim. Her futbolsever çoğu kez sahada yaşananların soyunma odasında konuşulan ve planlananlardan farklı cereyan ettiğini bilir. Sahadaki oyunun stratejilerden ve taktiklerden daha farklı ve öngörülemez bir ruhu ve kaderi vardır. Hayat da bir oyundur ve bütün oyunlar gibi hayat da öngörülemezdir. Bizler neler tasarlarsak tasarlayalım, neler planlarsak planlayalım, her şey bir süre sonra olduğu şekilde olmaya başlar ve çoğu kez bir bakmışsınız kendiniz de kendi hayatınızın bir seyircisine dönüşüvermişsiniz. Saha koşulları ve oyunun gidişatı bizim planlarımızı önceler ve şekillendirir. Zaten büyük teknik direktörler de, tıpkı büyük hayat bilgeleri gibi, bunu çok iyi bildikleri için kendi planlarını sahadaki oyuna dayatmaktan ziyade planlarını sahadaki oyuna göre revize edip, oyunun iradesine boyun eğerler. Bu anlamda meydan muharebelerindeki generallerden, tuval başındaki ressamlardan, saha kenarında saç baş yolan teknik direktörlerden çok da farklı değildir roman yazmak niyetinde olan bir yazarın yazma tecrübeleri.
Doğrudur, on beş yaşında roman yazmaya, daha doğrusu hayatımı yazı yazarak kazanmaya karar verdim. Ama o vakitler taşradan gelen bir memur çocuğunun koltuk altındaki dosyayı hemen yayınlatabileceğine dair safiyane hayallerim vardı. Gider bir yerde sessizce romanımı yazar, sonra o yazdığım romanı yayınlatır ve hayatımı böyle kazanarak birbiri ardına romanlar yazarım diye düşünüyordum. Cehalet hakikaten insanı daha mutlu ve huzurlu kılıyor. Fakat çok geçmeden bir üniversite öğrencisiyken bu işlerin böyle olmadığını anladım. Hem arenada beni koruyacak entelektüel zırhlara, hem ilişkilere, hem de fark yaratabileceğim bir donanıma ihtiyacım vardı ve hepsinden mühimi, evvelâ hayatta kalmalıydım. İşte o zaman akademik bir kariyer yapmam gerektiğini kavrayıverdim. Neticede birden yaşıtlarımın aksine kendimi romanımı değil, doktora tezimi yazarken, doktora tezimi yazarken de kullandığım literatürü tercüme ederken buluverdim. Daha roman yazmaya hiç teşebbüs edememişken bir süre sonra önce çevirmen, ardından da doçent oluvermiştim. Artık roman yazarım derken de üniversiteden ihraç edilip işsiz kalınca birden eleştirmen oluverdim. Kendim kitap yazamıyordum ama hayatta kalmak için yazarlar ve kitaplar hakkında yazılar yazıyordum. Saha kenarında istediğim kadar yırtınayım, sahada oyun hiç öngörmediğim şekilde cereyan ediyordu. Kısacası zaman zaman kendi küçük dünyamda pek çok şeyi planladım ama çoğunlukla kendimi o planlardan çok başka işlerle iştigal ederken buldum. Bunun için de tasarladığım ilk romanın aksine kendimi üç günde Kesin Döneceksiniz’i yazarken bulduğuma hiç şaşırmadığım gibi, bunu bayağı normal de karşılıyorum. Hayatın olağan akışı tam da böyle bir şey işte.
Bu arada birinin ağzına Don Quijote ile vurma fikri de nereden geldi? Romanın hikâyesinin tohumları aklına nasıl düştü?
Ne kadar buluş değeri taşıyor bilmiyorum ama çoğu fikri köpekleri sabah, akşam veya sabaha karşı gezdirirken buluyorum. Onlar her yeri koklaya koklaya telaşsızca yürürlerken insanın kendi içine dönmeye ve düşünmeye fırsatı oluyor. Henüz küçük fragmanlarını yazdığım Geleneğin Dehası fikri beni meselâ bir sabah saat üçte Çapul’u boş sokaklarda gezdirirken buldu. Kesin Döneceksiniz’de ise keşif partnerim Kocabaş idi. Bir akşam üzeri Kocabaş’ı gezdirirken aklıma hiç tanımadığım birinin ağzına Don Quijote ile vurma fikri geldi. Bu fikri çok sevdim ama işin doğrusu bu fikirle ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Kime vurduğu hâlâ meçhul olsa da bir süre sonra, belki de bir sene sonra Don Quijote’yi yazılış amacına uygun olarak kullanan Refik Çavuş belirmeye başladı. Sanırım bir sene de bu final sahnesi ve Refik Çavuş’la geçti. Üç günde yazılan o metin, belki de hiç yazmayı denemediğim için olsa gerek, kendini sandığınızdan çok yavaş açtı. Fakat nihayet yazmak için masaya oturduğumda, aslında o final sahnesi ve Refik Çavuş’tan daha fazlasını derinlerimde bir yerlerde bildiğimi anladım. Yine de yazma aşaması sancılıydı. Meselâ Refik Çavuş benim tahmin ettiğimden daha çabuk avukatın yazıhanesinden çıktığında ben de apışıp kaldım. Ama Çavuş yine de bir biçimde benim istediğim o final sahnesine ulaştı ve bir yazar olarak ilk defa o sahnede ben de Don Quijote’yle kimin ağzına vuracağımızı görmüş oldum. Bir oyun olarak benim hayatım, hiç kuşkusuz benim tercihlerimden ve karakterimden bağımsız şekillenmiyor, fakat çoğu kez benim öngördüğüm bir şekilde de şekillenmiyor. Oyunu ve hayatı birbirine benzer ve mucizevi kılan belki tam da budur, kim bilir… Eski bir meslektaşımın benim için, “O kadar çok roman okudu ki şimdi de hayatı bir roman kahramanı gibi yaşıyor,” dediğini duydum. Evet, herkes kendi hayat hikâyesinin baş kahramanıdır ama sanırım ben pek çok insanın hayatından daha fazla roman kahramanı gibi yaşıyor olabilirim. Bu da en az roman yazmak kadar keyifli ve heyecan verici benim için.
Gabriel García Márquez, eşi Mercedes, çocukları Gonzalo ve Rodrigo’yla Acapulco kumsallarında yapacakları kısa bir tatil için direksiyon başındayken, yıllardır başlangıcına bir türlü karar veremediği için bitiremediği ve sonunda farklı isimle, ona ününü kavuşturacak romanının başlangıcını bulmuş, sonra daktilo başına oturduğunu söylemişti. Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Kesin Döneceksiniz de önce kafanda tamamlanıp sonra yazıya geçti o halde.
Ah, Gabo ile aynı cümle içinde yer almak bile nefes kesici! Ama elbette onun muazzam yazma serüveniyle benim sefil yazma serüvenim arasında dağlar kadar fark var. Benim tecrübemde bir başlangıç yoktu, aksine sadece bir son vardı. Sadece çok bunalmıştım ve Filiz’e bahçede dert yanıyordum. O da “git ve yaz,” dedi. Ne yazacağım hakkında onun ne kadar fikri varsa, aslında benim de o kadar fikrim vardı. Ama onu dinledim, zaten şu hayatta ne zaman onu dinlediysem sonuç iyi oldu. Yazı masamın başına geçtim, bilgisayarda boş bir word dosyası açtım. Boş sayfaya bir süre baktım ve yazmaya başladım. O çok iyi bildiğim sona nasıl gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Biraz yazar ve rahatlarım diye düşünüyordum. Ama sonra ipleri eline Refik Çavuş’un aldığını fark ettim ve o anda bu kitabı artık bitireceğimi biliyordum. Yazdıkça her şey benim için daha açık hâle geldi. Öngördüğüm bir hikâyeyi hiç öngöremediğim biçimde yazıverdim. Hikâye ancak bittiğinde kafamda açıklığa kavuştu. Hepsi bu.
Kitabın başında Javier Cercas ve Milan Kundera’dan iki alıntı var. İkisinde de pencere metaforu söz konusu. Kitabın içinde de birçok yerde bu metaforla karşılaşıyoruz. Romanın bir yerinde Rilke’nin pencere hakkında yazdığı şiirden de alıntı yapıyorsun: “O gün bir pencere gibi hissediyordu // Sanki yaşamak bakmaktan fazlası değildi.” Yerinde olur mu bilmiyorum ama Yunus Emre’nin şu sözlerini bilirsin: “Dünya bir penceredir // Her gelen baktı geçti.” Doçentken KHK’yle ihraç edildikten sonraki ilk günlerden bugüne pencerendeki manzarada ne gibi değişiklikler yaşandı?
O alıntıları bile ancak kitap bittikten sonra bulup metnimin başına koydum. Çünkü bütün yazım süreci o kadar plansız ve öngörülemez gerçekleşti. Ben içinde bu kadar belirgin bir pencere metaforu olan bir metin yazdığımı ancak ikinci günün sonunda fark ettim. Sadece o yaz Rilke ile Rodin’in ilişkisini anlatan harika bir kitap okumuştum. Ve kitapta da Rilke’nin o şiirinden alıntılar vardı. Okuduğumda çok etkilenip şiirlerin tamamını bulmuştum. Sonra o şiiri okurken, Gabo’nun da bu şiiri okumuş ve benim de doktora tezimde atıf verdiğim Kolera Günlerinde Aşk’taki “pencere tadında çay” metaforunu Rilke’den kendine mal etmiş olabileceğini düşünmüş ve bir yazıda kullanmak için not etmiştim. Kısmet Kesin Döneceksiniz’eymiş.
KHK dediğiniz garabet aslında tam da insanın penceresini yıkmak için tasarlanmış bir şeytan icadı! Ben aslında bu süreçte penceremi muhafaza etmeye, dünyaya ve hayata ısrarla kendi penceremden bakabilmeye çalıştım. Ama yaşadıklarımız ve hâlâ yaşamaya devam ettiklerimiz düşünüldüğünde, bence bir toplum olarak hepimizin penceresinden görünen manzara değişti. Bazılarımız Eflâtun’un mağarasındakiler gibi karanlıktaki gölgeleri, bir Karagöz-Hacivat perde oyunu izler gibi izlemekten çok memnun, bazılarımız pencereden gördüklerini yürekleri kaldırmadığı için perdelerini çekmeyi tercih ediyor, bazılarımız da birilerinin bu manzaradaki çöpleri süpürmesini bekliyor. Bense penceremden gördüklerimi anlamaya ve hepimizin hikâyesine dönüştürmeye uğraşıyorum. Bunun için de kütüphaneme ve çalışma masama sığındım. Penceremden gördüğüm ise kendisine kıyan ve cinnet geçiren bir toplumun acımasızlığı. Bu manzarada şahit olduklarım ise hayat kadar çoğul. İçinde ihanet de var, dayanışma da; düşmanlık, kıskançlık ve görmezden gelme de var, dostluk, vefa ve şefkat de. Kısacası Yunus Emre de Rilke de Kundera da Cercas da haklılar. Hayata dair bütün tecrübemiz, yaşamak dediğimiz o yorucu oyun, aslında hep penceremizin önünde gördüklerimizle ilişki kurma tarzımızca belirleniyor. Yaşamak aslında kendi pencereni inşa etmek, onu muhafaza etmek ve daima o pencereden gördüğün manzarayı güzelleştirmek için çabalamaktan ibaret.
Kesin Döneceksiniz, penceresinin önüne perde çeken meslektaşlarına da sert bir cevap niteliği taşıyor diyebilir sanıyorum. Ne dersin?
Sanmıyorum. Meslektaşlarımla, onlara sert cevaplar verecek bir ilişkim kalmadı bir süredir. Hatta bence daha doğru ifade “eski meslektaşlarım” olabilir. Çünkü bence son yedi senedir meslektaş bile değiliz. Yedi senedir hiçbir yere yaslanmadan hayatta kalma mücadelesi veriyorum ve inanın tek yeteneğim doçent olmak olsaydı hayatta kalamazdım. Hiçbir zaman bir devlet memuru olduğumu düşünmemiştim ama yedi senedir gerçekten de serbest piyasa koşullarında üstelik de KHK’lı olmak gibi bir prangayla hayat mücadelesi veriyorum. Bu sebeple bütün bunlar yaşanırken hiçbir şey olmamış gibi sınıfta Arendt veya adalet anlatan ve aybaşında maaşını alan “eski” meslektaşlarımla artık meslektaş değilim. Dolayısıyla asıl mesele hayatta kalmak iken, kimseye laf yetiştirecek veya sert cevaplar verecek hâlim de enerjim de vaktim de yok. Belki bütün bunlar yaşanmasa Dilin Belirsizliği’nin devamı olacak Artı Anlam’ı veya Türk Dil Reformunu ve Güneş-Dil Teorisini anlatacağım Türkçenin Pirus Zaferi’ni yazabilirdim fakat ben Ekmek Parası Yazıları’nı yazdım. Çünkü ekmeğimin derdindeyim ve şükürler olsun ki ekmeğimi de entelektüel birikimimle taştan çıkarıyorum.
Geçtiğimiz gün uyanır uyanmaz -nedendir bilinmez- kitaplıktan Don Quijote’nin Bilgi Yayınevi baskını alıp rastgele bir sayfasını araladım. Sancho Panza ile talihsiz kahramanımız oradaydı: “Sancho Panza efendisini daldığı düşüncelerden uyandırdı; dedi ki: ‘Efendim, üzüntü hayvanlar için değil, insanlar için yaratılmıştır; ama insanlar da fazla üzülürse hayvana dönerler. Toparlanın, kendinize gelin efendim; Rocinante’nin dizginlerini kavrayın, canlanın, uyanın; gezgin şövalyelere yakışan serinkanlılığı gösterin. Nedir bu canım? Böyle zayıflık olur mu? Hiç yakışıyor mu? Dünyanın bütün Dulcinea’larını şeytan götürsün; tek bir gezgin şövalyenin sağlığı, dünyanın bütün büyülerinden, değişimlerinden daha değerlidir.” (s.509) Sancho’yu haklı bulmakla birlikte Refik Çavuş’u çok umutsuz buldum. Tantuna gitmiş biri olarak Refik Çavuş’u, senin gelecekteki umutsuz bir tezahürün olarak nitelendirir misin? (Yel değirmenleriyle savaşmayı bırakmayı mı düşünüyorsun yoksa?)
Don Quijote zaten bir defa okumakla bitirebileceğiniz bir kitap değil. İnsan, hayatın içinde onu bir kez tanıdı mı dönüp dönüp okumak istiyor. Bazen baştan sona, bazense sizin yaptığınız gibi rastgele açıp içinden bir pasaj veya bir sayfa. Ama her defasında kitap size daha önce hiç göstermediği bir yüzüyle karşınıza çıkıyor. Nedeni de size söyleyeceklerinin veya öğreteceklerinin zaman içinde hiç tükenmemesi.
Don Quijote bir kahraman. Hatta kahraman gibi bir kahraman. Fakat bizim Refik Çavuş veya bendeniz asla kahraman değiliz. Refik Çavuş, yer yer hepimizin olabileceği gibi, bezgin ve biraz da mızmız bir karakter. Beklemeyi, beklerken de sızlanmayı ve şikâyet edinmeyi alışkanlık hâline getirmiş. Bu da onun hayata tutunma tarzı. Büyük fırtınaların içinde hiç hasar görmeden her şeyin kendiliğinden geçeceğine dair tuhaf bir inancı var. Ama hayat öyle bir şey değil. O da Don Quijote kadar büyük bir okur, fakat Refik Çavuş bence daha ziyade Batı Edebiyatının başka bir büyük okur karakterine benziyor. Hamlet’e. Yahut daha doğru bir ifadeyle Refik Çavuş Don Kişotlaşmış değil de basbayağı Hamletleşmiş bir karakter. Belki de bu nedenle itici ve sevimsiz. Bana gelince, ben hiçbir zaman yel değirmenleriyle savaşmak gerektiğine inanmadım. Yel değirmenleriyle savaşmaktan ziyade, yel değirmenlerini teorize etmek veya hikâyeleştirmek bana hep daha cazip geldi. Belki umudumla Don Quijote’ye, umutsuzluğumla da Refik Çavuş’a benziyorum. Belki de sürekli o ikisi arasında gidip gelen bir faniyim. Bu sebeple yel değirmenleriyle savaşmak konusunda çoktan Hamletleştiğimi itiraf etmeliyim.
Hani yazarın, metni ve hatta yarattığı karakterle arasına mesafe koyması gerektiği söylenir, sen Refik Çavuş’la arandaki mesafeyi nasıl tanımlarsın?
İkimizin arasında hem çok mesafe var hem de hiç yok. Açıkçası ben Refik Çavuş’u çok da sevmiyorum. Ama okur açısından da ben Refik Çavuş’um. Yani bir ihtimal Refik Çavuş, benim kendi içimdeki hiç sevmediğim benlerimden biri olabilir. Tabiî çok abartılmış bir biçimde. Çünkü kitaptaki her şey gibi onu da acılarını dev aynasında büyütmesini de çok abarttım. Her şeyi bu kadar abartmasam bu kitabı asla yazamazdım. Abartınca rahatladım. Abartınca yaşadığım, okuduğum, şahit olduğum, dinlediğim her şey birden saçmalaştı. O zaman korkmadan yazabildim. Normalde insan abartmaktan korkar, oysa ben bu kitapta abarttıkça özgürleştim. Ve böylece nihayet Refik Çavuş da özgürleşti. Şimdi belki o da daha sevilesi bir adam olmuştur ve artık oturup Don Quijote hakkında yazmak istediği kitabı oturup yazmaya başlamıştır, kim bilir?
Umutlanmak seni korkutur mu? Bu “cehalet festivali” yüzyılında umutlanmak mümkün mü?
Umutlanmak herkes gibi beni de hem korkutur hem de korkutmaz. İşin aslı umut olmadan olmaz. Çünkü umut hayata anlam atfettiğimiz değerlere dair bir beklentidir. Bu sayede yaşamaya devam ederiz. Fakat elbette hayat da sürekli umut ettiğimiz gibi devam etmez. Hayatın en büyük ironisi de budur: biz ısrarla umut ederiz, hayat da ekseriyetle o umutlarımızı dümdüz eder. Bu cehalet festivali yüzyılda elbette umutlanmak pek de mümkün değil. Ama bütün bu cehalet ve felaketten de yine umutlarımızla sıyrılacağız. Umutlarımızı dile getiren ve gerçeğe dönüştürecek yeni metaforlarla… Bu anlamda hem iyimserim hem de kötümser. Uzun vadede çok iyimserim, umutluyum; çünkü insanlık kendi ahmaklıklarını aşabilecek ve ardından da yeni ahmaklıklar inşa edebilecek kadar zekidir. Kısa vadede kötümserim, umutlarım dile getirilemeyecek kadar cılız; çünkü iyimser olmak için neredeyse hiç sebep yok. Dünyanın geneli için söylüyorum, nihayetinde bugünleri anlatan büyük sanat eserleri, teorileri yine ortaya koyacağız ve mutlaka yeni bir toplum sözleşmesi düzenleyip yeni metaforların hayat verdiği artı anlamlar yaratıp bambaşka saçmalıklar içinde debelenmeye devam ederek varoluşumuzu sürdüreceğiz. Genelde insanlıktan, özeldeyse memleketten umut kesilmez. Fakat kısa vadede hiçbir şeyden umudum yok.
İhraç sonrası soruşturmalardan temiz çıkmış ve davalardan beraat etmiş durumdasın. Bu durumda doğal olarak hakkın olanı istiyorsun. Göreve iade konusunda umudun var mı? Üniversitede dersliğe gireceğin o ilk günün hayaliyle yaşıyorum, “Kesin Döneceğim” diyor musun? Yoksa bu artık pek de umurunda değil mi? (“Kesin dönmek” ifademe kızma lütfen.)
Meselâ göreve iade konusunda hiç umudum yok. Elbette kesin döneceğiz. O nedenle ifadene kızmıyorum. Geçtiğimiz Eylülde Eskişehir’de Kesin Döneceksiniz üzerine Ertuğrul Uzun ve Kasım Akbaş ile söyleşmiştik. Orada Kasım yazarken hiç farkında olmadığım bir şeye dikkatimi çekti. Dedi ki “Yâ hû ‘kesin döneceksiniz’ gibi masum ve iyi niyetli bir ifade nasıl bu kadar öfke yaratabilir?” Haklı. Aslında hakikaten çok masum ve iyi niyetle dile getirilen bir ifade. Fakat ne bileyim, insan bunu lüzumundan fazla işitince ve neticede de hiçbir şeyin değişmediğini görünce sinirleniyor galiba. Aslında komik bir ifade. İnsan çok rahat bunu gülerek geçiştirebilir. Ama Refik Çavuş da ben de bazen hayatı tiye alamayacak kadar ciddiye alıyoruz galiba. Belki ilk zamanlar yahut Anayasa Mahkemesi’nin lehimize verdiği o herkesi bağlayacak kararından sonra kendimi kürsüde ders anlatırken hayal etmiş olabilirim. Ama hepsi bu kadar. Çünkü hayat mücadelesi verirken insanın böyle boş hayallere kapılması veya gerçekleşmeyecek umutlara bel bağlaması çok da sağlıklı değil. Çünkü netice belli: sert bir düşüş, hızla çakılma ve büyük bir hayal kırıklığı. Aslında üniversiteye dönüp dönmemek çok da umurumda değil. Çünkü üniversiteye ihtiyacım olmadığını çoktan gördüm. Birçok mecrada ders anlattım, hâlâ da anlatıyorum. İhraçtan sonra da pek çok öğrencim oldu. Kafa olarak akademiden çoktan uzaklaştım. Evet, bir gün döneceğim; bunu zaten hepimiz biliyoruz. Fakat ben hiç dönemeyecekmiş gibi yaşamaktan ve mücadeleyi gevşetmemekten yanayım. İlk başlarda yaşadığımız şey o kadar anormaldi ki insan zihni bunu ancak arızî, geçici bir durum olarak anlamlandırabiliyordu. Sonra bir aydınlanma yaşadım ve bu durumun arızî değil, aslî olduğunu anladım. O günden beri ne zaman dönerim, dönersem ne yaparım vb sorularıyla zihnimi hiç meşgul etmedim. Zaten normalde benim gündemimi bu sorular belirlemiyor. Belki de bu sebeple en çok Ertuğrul ve Kasım’la yan yana olduğumda kendimi iyi hissediyorum. Çünkü biz üç kader yoldaşı, üç kafadar, beraberken bu meseleleri çok konuşmuyoruz yahut da konuşsak bile bir süre sonra bu konu gündemimizden hemen düşüyor ve yerini yazdıklarımıza, çevirdiklerimize, okuduklarımıza bırakıyor. Elbette onların hissiyatları adına konuşamam, belki benden farklı düşünüyorlardır fakat ben bir tek onlarlayken bu mânâda rahatım. Çünkü onlara nazaran daha içe kapalı ve daha asosyal bir hayat sürüyorum. Bu meseleyi bana ancak aile dostları, akrabalar, eski meslektaşlar ve okurlarım sorup hatırlatıyor. Muhtemelen dışarıdan öyle görünüyor. Ve sevenlerimiz de ilgilerini göstermek için ne zaman döneceğimizi sorup, ardından da kesin döneceksiniz diye teselli ediyorlar. Oysa üniversiteye ne zaman döneceğim sorusu ya hiç umurumda değil yahut da sadece Ertuğrul ve Kasım ile konuşabileceğim kadar mahrem bir konu benim için. Açıkçası bendeniz üniversiteyi çoktan unuttum. Ağır Ceza’da beraat etmeme ve Anayasa Mahkemesi’nin ortada suç yok kararına rağmen OHAL Komisyonu başvurumu reddetti. Böylece altı senedir ilk defa hukuk yolu açıldı. Ben de mahkemeye gittim. Fakat Ankara 20. İdare Mahkemesi başvurumu reddetti. Oysa geçen ay Ankara 21. İdare Mahkemesi benimkine benzer durumdaki başka barış imzacısı meslektaşlarımın başvurularında iade kararı verdi. Bu bir ilk. Anlaşılan 20. İdare Mahkemesi ret kararı verirken, 21. İdare Mahkemesi de iade kararı verecek. Dilin Belirsizliği’nin yazarının memleketle imtihanı! İşte böyle zamanlarda eş dost öfkelense de beni bir gülme tutuyor. Böyle bir saçmalığın içinde ret almışım iade almışım, üniversiteye dönmüşüm dönmemişim, çok da fark etmiyor. Benim daha acil dertlerim var: teslim etmem gereken tercüme, yetiştirmem gereken yazılar, yazabilmem için evvelâ okumam gereken kitaplar ve anlatacağım dersler. Sanırım bir gün üniversiteye iade edileceğim ve o gün göreve başlama dilekçemle beraber emeklilik dilekçemi de vereceğim. Galiba tek ve en büyük hayalim bu.
Bir yerde Refik Çavuş için “Dünyayı sözle yaratan Tanrıymışçasına dünyayı sözle düzelteceğine inanırdı. Ne inanması! Sözle dünyayı yerinden oynatacağını bilirdi.” diyor, sonrasında yazar olarak sözün bir gücü olmadığını, varsa bile bir diktatörün iki dudağının arasından çıkan gaddar bir emir karşısında kırılgan olduğunu açıkça belirterek yarattığın karakterin inancına karşı çıkıyorsun. Gökhan Yavuz Demir, sözün gücü ve etkisi hakkında neler söylemek ister?
Sözün gücüne inanmasam yazamam. Fakat sözün gücünün de sınırları var. Bir kere söz etkin olabilmek için her şeyden evvel bir kulağa, yani bir muhataba ihtiyaç duyar. İşitilmeyen, dinlenilmeyen, ciddiye alınmayan veya bağırış çağırışla susturulmaya çalışılan sözün an için ne hükmü olabilir ki! Ama eğer söz anlamlı bir içeriğe sahipse, işte o söz belki yüz sene sonra bile olsa muhatabını bulur ve şüphesiz ki işte o vakit o söz dünyayı yerinden oynatabilir demektir. Bugün için sözümü söyleyebileceğim mecra bile neredeyse yok. Bütün toplumun tek sesliliğe mahkûm olduğu bir zamanda, sadece herkesle bir ağızdan bağırıp aynı ezberleri heyecanla tekrar edenlerin sözleri kendilerine bolca kanal veya medyum bulabiliyor. Bugün için sözümün gücü olsaydı hakikaten, o vakit yazdıklarımı insanlar açıkça paylaşırlar veya överlerdi, oysa sadece bu övgüleri sosyal medya hesaplarımdaki direkt mesaj kutusuna yolluyorlar, yani kimseye duyurmadan övmeyi tercih ediyorlar. Bütün toplumun birbirinden farklı sözlerinin, tek bir sözün tepeden inme zart zurtları arasında nasıl güçsüz ve duyulmaz kaldığının daha iyi bir örneği olabilir mi! Ama benim sözümün bir hükmünün olup olmadığını ancak yüze sene sonra birileri kıymet verip okurlarsa anlayabiliriz ki bunu asla bilemeyeceğiz.
Akademisyenlikten gelenlerin dilleri hep ağır ve hantal bulunur ancak Kesin Döneceksiniz’de özgün olmakla beraber şırıl şırıl ve gürül gürül akan bir dil ırmağı söz konusu. Bir akademisyen olarak birkaç on sayfalık edebi eser yazmanın, yüzlerce sayfa tez veya akademik makale yazmaktan daha zor olduğunu düşünüyor musun?
Ben yazma türleri arasındaki ayırıma hiç itibar etmedim, etmem de. Bana göre iyi yazı ve kötü yazı vardır. Bir yazı özenle yazıldıysa iyidir. Bu edebiyatta da böyledir akademide de. Türkiye’de insanlar hangi meslekten oldukları fark etmeksizin çoğunlukla ana dillerinde yazı yazamıyorlar. Meselâ akademisyenlerin çoğu yazı yazmayı bilmez. Hatta basbayağı kötü yazarlar. O kadar ki ne yazdıkları anlaşılmaz. Yani kötü bir Türkçeyle özensiz yazmayı bilimsel ve akademik yazma sanırlar. Bu nedenle kamuoyunda böyle bir yanılgı var. Oysa insanın ne yazdığından bağımsız bir meseledir yazmak. Hangi türde yazarsanız yazın, evvelâ anlatacağınız içeriğe en uygun üslubu bulmanız gerekir. Meselâ bir gazeteye, bir dergiye, bir siteye, bir derlemeye hep aynı üslupla ve aynı uzunlukta yazamazsınız. Mecra değiştikçe üslup da değişir. Aynı konuda meselâ üç bin vuruşluk yazıyla, beş bin veya on beş bin vuruşluk bir yazı aynı şekilde kurgulanıp aynı üslupla yazılamaz. Konu, mecra ve üslup arasında denge gözetmeyi beceremiyorsanız zaten yazı yazmayı bilmiyorsunuzdur. Dilin Belirsizliği’ni de Kesin Döneceksiniz’i de aynı özen ve aynı dil hassasiyetiyle yazmaya çalıştım. İkisinde de asıl amacım okunabilir ve anlaşılabilir bir metin yazmaktı. İnsan anlatacağı şeyi kendi anlamamışsa elbette başkasına da anlatamaz. Sanırım önce kendi meselemi iyi anladım ve ardından da dilim döndüğünce anlatmayı denedim. Hep söylediğim gibi kötü ifade edilmiş iyi fikir olmaz. Kötü yazılmış hiçbir metni okuyamam. Asgarî dürüstlük gereği de bir okur olarak tercih etmediğim metinlerin benzerini yazamazdım. Başka yazarların bir okur olarak bana göstermedikleri saygıyı, gücüm yettiğince bir yazar olarak ben okurlarımdan esirgememeye çabalıyorum. Bana göre yazmanın, bilhassa da bahsettiğim o özenle yazmanın kendisi zor. Yazmak zaten bir fiil olarak zor. Her metnin yazma aşamasında önünüze yığdığı kendince dağ gibi zorlukları var. Yazarsanız bunları tek tek halletmek ve aşmak zorundasınız. Eğer o dil bir okur olarak size şırıl şırıl ve gürül gürül geliyorsa, o zorlukların hatırı sayılır bir kısmını bir yazar olarak alt etmişim demektir.
Bu kitapla birlikte “Hiç yazamamış oldukların” peşinden gelmeye bir nebze olsun ara vermiş oldu mu? Yoksa bu etki, Don Quijote hakkında yazacağın kitap okurla buluşana değin dolu dizgin devam mı edecek?
Aslında bu kitabım da başka kitaplarım gibi bilgisayardaki word dosyasına son noktayı koyduğum o anda bitti. Bittiği anda da yazamamış olduğum diğer kitapların sıkıntısı hemen göğüs kafesimin içine çöreklendi. Ben yazmayı bitirdikten neredeyse bir sene sonra kitap piyasaya çıktı. Okur için yeniydi ama benim için çoktan eskimişti. Aslında bir yazar için en keyifli an yazma ânıdır. Hayatımda huzur ve huzursuzluğu, rahatlama ve kaygıyı aynı anda en yoğun hissettiğim iki dönemim var. Biri Dilin Belirsizliği’ni bir solukta kırk günde yazdığım 2007 yazı, ikincisi de Kesin Döneceksiniz’i bir oturuşta üç günde yazdığım 2020 güzü. Onun dışında bütün hayatım yazamadıklarımın ve yazmam gerekenlerin bana rahat vermemesi ve yakamdan düşmemesiyle geçti, geçiyor. Bu eziyetten kurtulmanın tek yolu ya ölmek yahut da oturup yazmak. Fakat oturup yazmak da bazen öyle güç ki…
Kesin Döneceksiniz’de etkisini güçlü bir şekilde hissettiren Don Quijote’nin senin için büyük bir önem taşıdığını biliyorum. Selahattin Özpalabıyıklar da bu kitap için “Don Quijote Türk edebiyatında, belki dünya edebiyatında da daha önce hiç bu kadar doğru işlevle kullanılmadı.” diyerek yerinde bir saptamada bulunuyor. Don Quijote’nin sendeki yerini sorsam cevabının bir kitaba sığacak uzunlukta olacağını da biliyorum. Yine de sormak ve mümkünse çok da uzun olmayan bir cevap almak isterim.
Don Quijote benim için kutsal bir kitaptır. Hem bir okur olarak seviyorum, çünkü onu okurken çok iyi vakit geçiriyorum; hem de bir yazar olarak seviyorum, çünkü her an ondan yeni bir şey öğreniyorum. Cervantes bu kutsal metinde o kadar türlü türlü numara çekiyor ki bir yazar olarak başınız her sıkıştığında ondan kopya çekebilir veya ilham alabilirsiniz.
Bir entelektüel edebiyatçıya yaraşır kitaplığın olduğunu biliyorum. “Hepsini okudun mu?” diye sorma saçmalığına girişmeyeceğim çünkü ben de bu soruyu hiç sevmem. Ancak tahminen kaç kitabın olduğunu ve hangi kırılımlardan oluştuğunu merak ediyorum. Mesela yayınevine mi yazara göre mi kırılım yaparsın? Bize biraz kitaplığını ve orada geçirdiğin zamanı anlatır mısın?
Elbette hepsini okumadım, hatta yarısını bile okumamış olabilirim. Kütüphane her şeyden evvel bir entelektüelin çalışma aracıdır. Nasıl bir tesisatçının İngiliz anahtarı, bir bahçıvanın çapası varsa bir entelektüelin de kitapları vardır. Hepsini okumadım ama çalışırken neyi nerede bulacağımı veya hangisine müracaat etmem gerektiğini bilecek kadar da kütüphaneme hakimim. Hayatım kiracılıkla geçtiği için her taşınmada yeni yeni tasnif sistemleri geliştirdim. Elbette bu mucit yanımı en çok artan kitap sayısı ve her zaman yetersiz kalan raflar motive etti. Fakat ömrü hayatımda ilk defa yerleşik hayata geçtim. Üstelik borç harç da olsa eşim Filiz, köydeki evimizin bahçesindeki hayvan damını benim için bir kütüphane yaptı. Yani evden işe gidebileceğim bir ofisim var. Fakat yedi-sekiz bin civarında olduğunu tahmin ettiğim kitaplarımı yine mevcut raflara sığdıramadım. Bu sebeple yeni bir tasnif sistemi üzerinde çalışıyorum. Normalde teori ile kurgu kitaplarını ayırıyorum. Rafların yarısında sosyoloji, felsefe, tarih, psikoloji, linguistik, edebiyat teorisi, sanat kitapları, diğer yarısında da roman, hikâye, deneme, şiir kitapları durur. Bu sefer sırf bir rafı sözlüklerime ayırdım. Yine teori ile kurguyu ayırdım fakat daha büyük bir rafı en sevdiğim ve en çok kullandığım yazarlar ve metinlerle doldurmaya karar verdim. Yani aynı rafta Derrida, Refik Halid, Eco, Çetin Altan, Cioran, Pessoa, Gabo, Dovlatov, Manguel, Shakespeare vb yan yana duracak. Ayrıca Don Quijote ve Alice kolleksiyonlarımın olduğu ayrı bir raf daha var. Ama henüz tam mânâsıyla yerleşemedim. Sorunuzun asıl cevabı tamamen yerleştiğimde meydana çıkacak. Sığdıramadığım kitapların çaresizliğiyle her an yeni bir tasnif metodu geliştirebilirim.
Kitapta da bahsettiğin üzere farklı dil ve edisyonlarda Don Quijote koleksiyonunun sende fiziki olarak bulunduğunu bilecek kadar tanıyorum seni. Hiçbirini satmak zorunda kalmadığını ümit ediyorum. Bu koleksiyonda neler var neler yok? Mesela “Ah şu Vatikan’daki baskı bende olsa,” dediğin özel bir baskı var mı?
Kabaca elimdeki Don Quijote nüshaları şu dillerde: Türkçe, İspanyolca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Rusça, Bulgarca, Danca, Felemenkçe, Maltaca, Portekizce, Çince, Farsça, Uygur Türkçesinde, Arnavutça, Macarca, Lehçe vb. Bazı dillerde iki veya üç farklı baskı da var. Ayrıca tam metin olmasa ve çocuk uyarlaması olsa da Fransızca, Yunanca, Arapça, Japonca baskılar da mevcut. Elbette özel illüstrasyonlu baskılar da bulunuyor. Hiçbirini satmadım. Zaten satsam da alacak bir başka manyağın olduğunu sanmıyorum. Elbette Avrupa’da sahaflarda gördüğüm ve aklımda kalan on sekizinci yüzyıl baskıları oldu. Fakat hâlâ Osmanlı Türkçesinde bir Don Quijote’m yok, çok da dert değil. Çünkü bu bir keyif meselesi. Koleksiyonumdaki her nüshanın bir hikâyesi var. Bazılarını ben gezdiğim ülkelerde aldım, bazılarını dostlarım gittikleri ülkelerden benim için getirdiler, bazılarınıysa hiç yüz yüze tanışmadığım sosyal medyadaki arkadaşlarım kargoyla yollama nezaketini gösterdiler. Bu sebeple ben koleksiyonuma baktığımda eksik dilleri veya baskıları görüp hayıflanmak yerine, mevcut nüshaların hikâyelerini hatırlamayı tercih ediyorum. Sanırım bir koleksiyonun tadı ancak böyle çıkarılabilir.
Ekmek Parası Yazıları kitabın da Pinhan Yayıncılık’tan çıktı. 80 yıldır sefaletle boğuşan Refik Çavuş, geçen onca yılın ardından bu kitapla ilgili neler düşünürdü?
Kendisinin yapması gerektiği hâlde yapmadığı şeyi ve ne yapması gerektiğini ve aslında bunun neden mutlaka yapılması gerektiğini düşünürdü herhâlde. Çünkü bir yazarın başka yapacağı bir şey yoktur. İşsiz ve yalnız kaldı, bütün kapılar yüzüne kapandı diye hiçbir yazar yazmaktan vazgeçemez. Refik Çavuş kesinlikle bunu düşünürdü. Ama onun için de geç değil. Zararın neresinden dönülse kârdır. Yazmak için uygun koşulları beklerseniz, Hamletleşip hiç yazamazsınız. Oysa insan, koşulları eliyle bir yana itip önündeki kâğıda odaklanıp yazmaya koyulmayı bilmelidir. Seksen sene sonra da olsa Refik Çavuş’un da bunu yapabileceğine inanmak istiyorum.
Romana farklı isimlerle giren ve Refik Çavuş’un iç dünyasını anlamak açısından büyük önem taşıdığını düşündüğüm dostlarına da değinmeden bitirmem bu söyleşiyi: Fıstık, Çapul, Toprak, Kocabaş ve Zeynep… Hangisini hangi roman karakterine benzetirsin. Kısa kısa nedenleriyle birlikte açıklarsan sevinirim.
Bu çeteye üç yeni editör daha eklendi bu arada: Binnaz, Asya ve Panda. Bahçenin dışındaydılar ve içeriye almasak öleceklerdi. Böylece ekip yine büyüdü. Cevaplaması keyifli bir soru ama çok da zor. Şöyle cevaplamayı deneyeyim:
Toprak – Sir John Falstaff (William Shakespeare, IV. Henry)
Kocabaş – Cosette (Victor Hugo, Sefiller)
Fıstık – Elza Doolittle (George Bernard Shaw, Pygmalion)
Çapul – Alice (Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında – Aynanın İçinden)
Zeynep – Heidi (Johanna Spyri, Heidi)
Gerçi Zeynep’i Red Kit’teki Rin Tin Tin’e, Toprak’ı da Teksas’daki Profesör Oklitus’a benzetmiyor değilim. Ama soruda çizgi roman demediği için bu benzerlikleri daha öteye taşımaya niyetim yok.
Çetenin yeni üyelerine gelirsek:
Binnaz – Fosforlu Cevriye (Suat Derviş, Fosforlu Cevriye)
Asya – Asya (Cengiz Aytmatov, Selvi Boylum Al Yazmalım)
Panda – Scarlett O’Hara (Margaret Mitchell, Rüzgâr Gibi Geçti)
Umarım hem sizi tebessüm ettirebilmişimdir hem de bizim çocuklara haksızlık etmemişimdir.
0 Yorum