Neden “Taksim Hepimizin”?
Söyleşi: Ümit Şahin
Gezi direnişinin başlamasına neden olan, Gezi Parkı’na Topçu Kışlası görünümünde bir AVM yapılması ve yayalaştırma adı altında Taksim meydanının dalış tünelleriyle bir otoyol kavşağına dönüştürülmesi girişimlerine karşı ilk örgütlü çıkış Taksim Platformu tarafından başlatıldı. Bireylerden oluşan Platform daha sonra kurumların bir araya gelmesiyle oluşturulan Taksim Dayanışması’nın da bir bileşeni oldu. Süreç içinde Başbakan Erdoğan’la görüşen ilk heyetin içinde Taksim Platformu’ndan isimler de yer almıştı. Taksim Platformu, Taksim meydanının yeniden düzenlenmesi için uygulanmak istenen projenin ne kadar yanlış olduğunu bilimsel gerekçelerle 2 yıla yakın bir süredir tekrarlayan ve direniş sırasında basın ve kamuoyu tarafından da yakından takip edilen önemli bir aktördü. Direniş sürecinin öncesini ve sonrasını Taksim Platformu üyesi Mine Özerden’le konuştuk.
Ümit Şahin: Çoğu insan Gezi Parkı mücadelesinin Mayıs ayında başladığını düşünüyor olabilir. Oysa çok öncesi var. Siz Taksim’in yayalaştırılması ve Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası yapılması projesine karşı ilk mücadeleyi başlatan Taksim Platformu’ndansınız. Taksim Platformu ne zaman, nasıl kuruldu ve Mayıs 2013’e gelene kadar neler yaptı, özetleyebilir misiniz?
Mine Özerden: Haklısınız, Taksim Platformu adının daha fazla duyulması Mayıs 2013 gibi görünse de, iletişim ağının kurulup yaygınlaşması ve yalın söyleminin oluşmasının başlangıcı 2011 Aralık; ancak daha öncesi de var. Benzer konularda farklı alanlarda ortak mücadele veren arkadaşlarımızın istikrarlı yaklaşımları, kişisel deneyim ve birikimleriyle örülmüş uzun bir süreç… “Taksim Platformu nasıl kuruldu”nun yanıtı kısa: İhtiyaca binaen. Aslında bu söyleşide, Taksim Platformu’nun mücadele sürecine yakından tanıklık etmiş biri olarak kişisel algılarımı ve deneyimlerimi aktardığımın altını da çizmeliyim. Çok farklı görüşler ve alanlardan gelen, aralarında konularında uzmanlaşmış kişilerin de olduğu, Taksim’e dair fikri ve önerisi olan insanlar aynı cümle etrafında bir araya geldi. İlk toplantı farklı disiplinlerden 35 kişinin ve o dönem 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu başkanının da katılımıyla 26 Aralık 2011’de, ilk basın toplantısı da 17 Ocak 2012’de yapıldı. Kendiliğinden oluşan bu sivil ve bağımsız grup Taksim Platformu olarak anılmaya başlandı. Hiyerarşisi olmayan, tüm kurumsal kimliklerden azade, demokratik katılımı önemseyen bağımsız bir yapılanma oluştu. Herkes tamamen gönüllü emek harcıyor, maaşlı çalışanı falan da yok… Platformun düzenli toplantılarına öneriyle gelenler yeni insanlarla tanışıyor, kendi çalışma grubunu kuruyor, kaynağını yaratıyor, emeğini ortaya koyuyor.
Ü. Şahin: Kimlerden oluşuyor Taksim Platformu?
M. Özerden: İçimizde her türlü çapulcu var, monşer çapulcular, akademisyen çapulcular, öğrenci çapulcular, reklamcı, sosyal bilimci, gazeteci, sinemacı, aktivist, mimar, mühendis, mahalleli, esnaf, işçi, emekli, engelli, ocu bucu pek çok çapulcu, herkes işin bir ucundan tuttu… Zaten o kadar haklıydık ki fısıldasak haykırdığımız zannediliyordu. Haklılığın verdiği cesaretle özgüven de gelişiyor. Çatışmacı bir dili benimsemek yerine anlama odaklı, sakin ve yaratıcı olabiliyorsunuz.
Ü. Şahin: Peki neden “Taksim Hepimizin”?
M. Özerden: Etrafında bir araya gelinen “Taksim Hepimizin” sadece bir cümle ya da slogan değil, aslında bir durum saptamasıydı… 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Taksim Projesini açıkladı. Taksim’de şüphesiz yeni bir düzenlemeye ihtiyaç vardı. Yeni Anayasa için gerektiği ifade edilen demokratik katılım ve uzlaşma temelli müzakereci yaklaşımın, Taksim meydanı düzenlemesi için de gerekli olduğunu, Taksim’i “Yeni Anayasa”nın somut provası olarak gördüğümüzü ifade ettik. Türkiye’nin dünya tarafından da bilinen en önemli meydanı Taksim. Her kesimden, her yaştan insanın ortak değeri… Taksim, Kadıköy, Nişantaşı, ya da Fatih gibi belli bir kesimin hakimiyeti altında değil. Farklı kültürel kodlardan gelen insanların birbirine değebildiği, birbirini hissedebildiği tek nokta… Bir ifade alanı… Üzüldüğümüzde, sevindiğimizde, haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzde, kutlama yapmak istediğimizde hepimizin ilk aklına gelen yer Taksim. “Taksim ve çevresinin düzenlenmesi eskiden olduğu gibi yap-boz biçiminde tepeden inme bir kararla biçimlenmesin, gelin bu defa farklı bir iş yapalım. Bu uygulama neden kenti fikir yönünden zenginleştirecek, nasıl bir yönetim istediğimizi gösterecek başarılı bir örnek olmasın? Kent yönetimini görevini yapmaya çağırıyoruz” dedik.
Önce, konuya duyarlı uzmanlar ve semt dernekleri üyelerinden oluşan bir avuç insan “Taksim Yayalaştırma Projesi” adıyla anılan projeyi anlamaya çalıştı ve kısa zamanda boşlukları fark edildi. Çok yönlü, çok boyutlu ve bütünlüklü ele alınmadığı, Taksim’in çevresindeki yaşam alanlarıyla ve canlı dokusuyla gerektiği ölçüde ilişkilendirilmediği kolayca anlaşıldı. Projenin önü arkası iyi düşünülmemiş, etki analizleri yapılmamıştı. Proje artık terkedilmeye başlanan eski uygulama biçimlerinden oluşuyor, geçmişten geliyor ve yeniden ısıtılarak önümüze konuyordu. Adı “yayalaştırma” olmasına rağmen, kent merkezini insansızlaştırarak, adeta bir otoyol kavşağına çeviriyor, yeraltı ve yerüstü diye ikiye ayırıyordu. Çalışan üreten kesim yeraltında suni ışıklandırmalar ve egzoz dumanları altında oradan oraya karıncalar gibi koştururken, parası ve vakti olanlar yerüstündeki alışveriş merkezlerinde olabilecekti. Proje, tepeden inmeci ve dayatmacı bir yöntemle halka kabul ettirilmeye uğraşılıyordu. Otorite karar vermişti ve yapılacaktı. Halka, uzmanlara sormaya gerek yoktu, zaten çoğunluk tarafından seçilmiş bir yönetim olma hasebiyle halkın onayının cepte olduğu düşünülüyordu.
Aslında neyin kabul ettirilmeye çalışıldığının kimsenin tam anlamıyla farkında olduğu da söylenemezdi. Neredeyse hiç kimse projenin detaylarına bütünüyle vakıf değildi, kararlar kapalı kapılar ardında alınıyor, olası negatif sonuçları da halka taşıtılacak gibi görünüyordu. Ortada çok fazla yanıtlanamayan ve sonradan anladığımız kadarıyla aslında yanıtları da doğru dürüst bilinmeyen sorular vardı. İlgili ve yetkililere sorduğumuz sorulara gelen yanıtlar ise basmakalıp geçiştirme cümleleri içeriyordu ve tatminkâr değildi. Bu kadar kapsamlı ve çok sayıda canlının hayatını etkileyecek, değiştirecek bir proje için servis edilenler primitif bir 3D animasyon, 1/1000 ve 1/5000 ölçekli projeler, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden oybirliği ile geçmiş bir karar ve yarım yamalak geleceğe dönük vaatlerle süslü kalkınmacı bir söylemden ibaretti. Uygulama süreçlerinde olası mağduriyetlerin nasıl telafi edileceğine dair bir çalışma da yapılmamıştı. Kervan yolda dizilecek, bedelleri de hepimize yani halka taşıtılacak gibi görünüyordu. Bunları çok rahat söylüyorum, çünkü projenin detaylarına vakıf olmak için araştırmaya ve çalışmaya başladıkça acaba ön yargılarla davranıyor ve yanılıyor olabilir miyiz diye sürekli boşa alıp doluya koyduk. Aklımıza gelen başımıza gelmeyebilir mi acaba diye düşünerek çok sayıda müzakere girişiminde bulunduk. Ne yazık ki yaşanan süreçler giderek kuvvetlenen bir şekilde yanılmadığımızı tekrar tekrar ispat etti hepimize.
Ü. Şahin: Topçu Kışlası’na karşı verilen mücadelenin Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasının çıkış noktası haline geleceğini düşünür müydünüz?
M. Özerden: Dünyadaki değişim rüzgarlarından Türkiye’nin de eninde sonunda etkileneceği açıktı. Taksim ve Gezi’ye yapılan müdahalelerin değişimi tetikleyebilecek bir simge olma potansiyeline sahip olduğunu farkındaydık. Bu kadarını bekliyor muyduk? Açıkcası tahmin ediyorduk, ama tahminlerimizin ötesine geçmesinin tek nedeni, tamamen orantısız ve şiddet içeren müdahaleler oldu. ”Taksim Hepimizin” saptaması tüm gerçekliğine rağmen halen otorite tarafından kabul edilmek istenmiyor. Kültürel çeşitliliğe olmazsa olmaz bir zenginlik olarak değil sadece “hoşgörü” çerçevesinden kibirle bakanlar Taksim hepimizin olsun yerine, “bizim” olsun istiyor. Taksim’in geçmişten bugüne taşıdığı kültürel zenginliğin, toplumsal belleğinin geleceğe taşınması engellenmek, bir inatlaşmaya kurban edilmek isteniyor. Mesele sadece alana yeni bir damga vurmak değil gibi görünüyor, topyekun çehresi değiştirilmek, adeta geçmişle bağları yok edilmek isteniyor Taksim’in. Dünyanın geldiği bu zaman noktasında buna seyirci kalmak toplumsal bir cinayetin faillerinden olmak değil de nedir? Mevcut, kabul gören mücadele yöntemleriyle bunun önünü almak mümkün görünmüyordu. Her türlü iletişim kanalını deniyor, yeterli farkındalığı da yaratıyor, ancak ümitsiz kabullenişler, duyarsızlaşma ve gündelik hayatın iaşe-ibade problemlerinin önüne bir türlü geçemiyorduk.
Otorite tarafından görünmek istenmememizin nedeni neydi? Sadece Taksim’de değil, aslında hayatın tüm alanlarında daralan alanlar toplumu bunaltıyordu. Sorgulamalar artıyor. Giderek totaliterleşen yönetim, intikam duygularını kutsayan söylemiyle farklı kesimlerde hesaplaşma duygusunu yeniden yeniden üretiyordu. Çizginin öte yanına geçilmişti, her an yalın ve insani bir noktadan çıkan kıvılcım her şeyi bir anda değiştirebilirdi. Gezi kurtulabilir, Taksim’de yeni dalış tünelleri yapılması engellenebilirdi. Durup yaptıklarımıza bakmalı, sürüklenmekten kurtulmalı, kaderlerimizi tayin hakkını tekrar ele, akla, yüreğe ve gündeme almalıydık. İnsan-insan, insan-toplum ve insan-doğa temel ilişkilerinde politikaların sadece araçsal bir durum olduğunu asla unutmadan, politikayı amaç haline getirmeden ifade dilimizi yeniden kurgulamalı, kişisel olan politiktir noktasından hareket etmeliydik. Artık samimi yüzleşmeler gerekiyordu. Gelinen noktanın temsili ya da ileri “Demokrasi” ile uzaktan yakından alakası yoktu. Hak temelli mücadele yapıyor olmak en önemli avantajdı ve bu kutuplaşmanın önüne çekilen doğal bir setti… Ayrıca homojen bir “biz” ve “onlar” durumuyla da karşı karşıya değildik zaten… O insani kıvılcım 27 Mayıs’ı 28 Mayıs’a bağlayan gece ağaçları korumak için Gezi parkında nöbet tutan arkadaşlarımıza 28 Mayıs sabah saatlerinde gazla ve şiddet kullanarak müdahale edilmesiyle ateşlendi.
Ü. Şahin: Sizce Başbakan Erdoğan’ın bizzat temsil ettiği Topçu Kışlası inadının arka planı ne olabilir? Taksim’i AKP iktidarının muhayyilesine göre yeniden düzenlemek neden bu kadar önemli?
M. Özerden: Bir niyet okuma yapmak istemiyorum. Ama bunca direnişe ve ağır bedellere rağmen hâlâ süren bu inadın arkasında artık sadece alana damga vurmak isteme mantığının yattığını düşünmek zor, verilmiş bazı sözler ve rant olabileceğini düşünmekten de kendini alamıyor insan.
Ü. Şahin: Gezi direnişi boyunca hareketi kimlerin temsil ettiği sorusu (büyük ölçüde faydasız bir soru olduğu ortaya çıksa da) çok sık soruldu. Bir yandan Platform’un da üyesi olduğu Taksim Dayanışması sürekli toplantı halindeyken, bir yandan da krizi çözmek için çok sayıda girişimde bulunuluyordu. Taksim Platformu direniş sürecinde neler yaptı, nasıl bir rol oynadı?
M. Özerden: Hepimize ait bir meydan ve parkın mücadelesini hangi kurum ya da yapı tek başına sahiplenebilirdi ki? Taksim Platformu bir örgüt ya da kurumsal bir yapı olmadığı için de hareketi sahiplenmedi doğal olarak. Sadece geniş kitlelerde farkındalıklar yaratabilmek adına iletişim ağlarını etkin kullanmayı denedi, akılabilecek kanallar açtı ve bu kanalları açık tutmak için çaba harcadı. Başbakan, karşısında bir muhatap arıyor ve aslında marjinal bir grup görmek istiyordu, oysa ki ortada sadece nefes aldıkları parklarını ve olası bir depremde toplanacakları açık alanlarını korumak isteyen halk vardı. Bu insanlar Gezi Parkı yok olmasın diye 100 bine yakın imzacıya ulaşmıştı. Temel haklarını korumak isteyen, dört bir yanlarını saran betona yenik düşmek istemeyen, ayaklarını çimlere basmak isteyen, çocukları parkta özgürce oynar ya da bisiklete binerken ağaçların gölgesinde dinlenmek isteyen halktan başkası değildi muhatap. Taksim Platformu’ndan arkadaşlar kişisel ilişkilerini kullanarak farklı noktalardaki etkin insanlarla çok sayıda görüşme yaptılar. Ancak bu görüşmeler bireysel olarak yapıldı. Kimse Taksim Platformu adına sözcülük yapmaya kalkmadı. İçimizden birkaç arkadaş sadece birer aktarıcı olarak talepleri en doğru şekilde ifade etmeye çalıştı, kimse kimseyi sözcü olarak seçmedi… Yani lobi yapabilecek olanlar kendi iradeleriyle öne çıktı, sadece diğerlerine bilgi vererek en yetkili kişilere talepleri aktarmayı denediler. Taksim Platformu’nun yaptığı halkla zaten paylaşılması gerektiği halde açıklanmayan gerçekleri önce anlamaya çalışıp, sonra da sade ve anlaşılır bir dille dolaşıma sokmak oldu.
Ü. Şahin: Direniş Gezi Parkı’nda başladı ve hükümet karşıtı bir ayaklanma olarak bütün Türkiye’ye yayıldı. Bu dinamiği nasıl açıklıyorsunuz? Bugün direnişin forumlarda örgütlenme çabası şeklinde devam ettiği ve polis şiddetinin ve cadı avının iyice absürd bir hal alarak sürdüğü bir dönemdeyiz. Bir yandan da Topçu Kışlası projesi tamamen rafa kalkmış değil. Projenin yeniden gündeme gelme ihtimalini görüyor musunuz? Gelirse ne olur sizce?
M. Özerden: Evet yetkili ağızlardan sürekli birbirleriyle çelişen ifadeler gelmeye devam ediyor. Beklenen, talep edilen sözler verilmediği gibi, Başbakan Topçu Kışlası’nın yapılacağını hatta AKM’nin de yıkılacağını açıklamıştı, direnişin yoğun olduğu ilk günlerde. Gelinen noktada Taksim ve Gezi’de halkın talepleri dışında uygulamalarda ısrarcı olmak siyasi bir intihar olur kanısındayım. Ama tamamen vazgeçildiği konusunda emin olmak, haklı taleplerini dile getiren halkına şiddet uygulayan bir yönetimin akıl baliğ kararlar alacağını düşünmek de epeyce güçleşti.
Ü. Şahin: Taksim Platformu’nun Gezi direnişi sonrası gündemi ve mücadele biçimi nasıl olacak? Bu direniş sizin konuya bakışınızı da değiştirdi mi?
M. Özerden: Taksim ve Gezi süreci boyunca, her görüşten ve her kesimden sözü, fikri ve uygulama gücü ve altyapısı olan insanlarla iletişimler kurduk, halen de sürdürüyoruz. Özellikle yerel yönetimlerin nasıl olmaması gerektiği ve doğru yönetişim modelleri konusunda epeyce bilgi ve tecrübe biriktirdik. Seçim öncesinde olası tüm adaylara taleplerimizi net ve detaylı açıklamak için bir manifesto üzerinde çalışıyoruz. Sonrasında taleplerimizin takipçisi de olacağız elbette ki. Hepimiz çok şey öğrendik bu süreç içinde, tahminlerin çok ötesine geçildi… Korku eşiği aşıldı… Birbirini dinleyen, anlamaya çalışan, önyargıları sorgulayan sağduyulu ve özgüveni olan bir kuşak, barışçıl ve zekice düşünülmüş yaratıcı yenilikçi eylemlerle sözünü ve taleplerini ortaya koydu, cesaretle de takipçisi oluyor. Gerçek bir demokrasi talebi bu. Bedelleri ağır ve acı oldu, kayıplar için hepimiz çok üzüldük. Böylesi barışçıl ve haklı bir direnişte bunca ağır bedeller ödenmesine neden olan orantısız müdahalelerin emrini verenlerin ve uygulayanların vicdanları zaten rahat olamaz. Ayrıca çok da fazla Ahhh! aldılar. Adalet önünde hesap verecekleri günler de çok uzak değil kanımca. “Pandora’nın Kutusu” açıldı bir kere…
….
Söyleşi Üç Ekoloji Dergisi, Yaz 2013, Gezi Direnişi Özel Sayısı‘nda yer almaktadır. Bu yazı ve Gezi Direnişi ile ilgili diğer yazı ve söyleşiler için: https://yeniinsanyayinevi.com/kitaplarimiz/uc-ekoloji-10-sayi/
0 Yorum