yürürken altta akan suyu hissediyor musun?
kentler ve tarifi zor şeyler üzerine,,
özlem bahadır
sürrealistlerin kent olarak sadece paris’I ve istanbul’u gösterdikleri o keten astarlı dünya haritasında neden Istanbul diye düşünmeyi, eminönü sağır han’dan sessizce kenti ve vapurları izlediğim o gün bıraktım. düşselliğe, rastlantıya ve imgeleme değer veren akımın, düşseli bunca besleyen bir kenti merkezine almasından daha doğal ne olabilirdi ki,,
gerçeküstücülüğün doğuşunda 1.dünya savaşı sonrası kültürel ve toplumsal bunalım etkili olmuş. benzer şekilde, istanbul’da sorun kalabalığı arttıkça, bende yoğunlaşan bu kentin üzerimizdeki tesirine kafa yorma halimi, bilinçaltımın bana yazdığı bir reçete olarak da okuyorum. sürrealistlerin işaret ettiği, içinde bulunduğumuz düzlemden çıkış kapısı şanslıyız ki burada,,
***
sürrealistlerin gözünden Istanbul böylesi bir konumdayken, edebiyat erbablarınca nasıl ele alınıyor diye baktığımızda, bu kenti konu edinen, hakkında düşünen, yazan çok sayıda isim ve farklı yaklaşım bulunduğunu görüyoruz.
yahya kemal ve ahmet hamdi tanpınar cennet-mekân kurgusunu yaratmak, bazen bir yanılsama olduğunu bile bile, öyleymiş gibi yapmakla, şehri yeniden ve yeniden inşa ederlerken, ilhan berk ve sait faik şehrin çoktan felaket mekânına dönüşmüş olduğunun bilinciyle ama yine de bu şehri kusurlarıyla severek yazarlar.
Istanbul ansiklopedisi’yle reşat ekrem koçu da kente benzersiz bi yerden yaklaşır. istanbul’dan yarına aktarılacakları kendi kriterlerine göre belirler, seçer, kendi istanbul’unu yaratır. reşat ekrem koçu isimsiz, tarihsiz kişilere, yerlere, nesnelere bir tarih verir. istanbul’a dair kayıtlarda yer alan tarihsel ve kültürel birikime, isimsiz kişileri, onların hikayelerini, kentin mitlerini, dilden dile aktarılan hikayelerine yenilerini ekler.
sonsuz sayıda hikaye, sonsuz sayıda istanbul,,
zeyrek’te pantekrator kilisesi’nin önündeki o küçük bina,
-açık penceresinden gerçekten girdik mi
yerin altına doğru inen merdivenin bir kaç basamağını inip
sonra korkup nasıl kaçtık,,
bugünden bakınca herşey biraz gerçek, biraz düş gibi,
bir yaşamış, iki hissetmişim gibi
Istanbul, 91den beri yaşamımdaki ana karakterlerden biri,
yürürken altta akan su’yu hissettiğim tek yer burası (1)
91den beri bana bir yaşayıp iki hissettiren’in ne olduğunu ahmet hamdi tanpınar’ın 5 şehir kitabındaki satırları çok güzel açıklıyor :
“şüphesiz bir başka yerdeki gibi alelade gazete tefrikalarından
duygu hayatını tatmin eden, aynı sinema yıldızını seven ve hayran olan ve
hayatının fakirliği içinde aynı şekilde canı sıkılan bu genç kız,
ikinci mahmud’un debdebeli binişlerine şahit olduğunu bildiğimiz ve
bütün o küçük saraylarda, yalı ve köşklerde yapılan musiki fasıllarından
bir şeyler sakladığını zannettiğimiz bu sokaklarda ve meydanlarda yaşadığı için
bize daha başka ve zengin bir alemden geliyor hissini verir,
onu daha güzel değilse bile bize daha yakın buluruz.
bu değişiklikler hep birden düşünülünce muhayyilemizde tıpkı bir gül gibi
yaprak yaprak açılan bir İstanbul doğar.
şüphesiz her büyük şehir az çok böyledir. fakat istanbul’un iklim hususiliği,
lodos poyraz mücadelesi, değişik toprak vaziyetleri
bu semt farklarını başka yerlerde pek az görülecek şekilde derinleştirir.
işte istanbul bu devamlı şekilde muhayyilemizi işletme sihriyle bize tesir eder.
(…)
‘teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak’
yahut ‘nisandayız.boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır.’ diye düşünmek,
yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir(2).
muhayyile,,hayal etme gücü,,aristoteles’ten bu yana, mantıksal aklın varlığının tersine olarak duyusal ve duygusal olanın var edildiği ve öznelliğin kendini görünür kıldığı bir yeti veya etkinlik olarak algılanır. oysa, konu, soyutlamalarla, kıyaslamalarla, akli ölçütlerle katılaşan düşünme biçimimize gerekli açıklık ve esnekliktir.
rum kökenli eftalya ışılay, büyükdere’de, mehtaplı gecelerde babasıyla sandalda bütün gece şarkı söylermiş.. ‘geceleri mehtapta bizim sandalın arkasına 20-30 sandal takılır, beni dinlerlerdi’ diyor,, boğaz’da sahil kenarında bulunmak, deniz kızı eftalya’yı anmadan, o günleri, geceleri düşünmeden mümkün değil benim için
–gel ey denizin nazlı kızı
abdülhak şinasi, ancak son zamanlarına yetiştiği ve ‘boğaziçi mehtapları’nda en ince ayrıntısına kadar anlattığı boğaziçi mehtabiyelerinde, bebek koyuna varıldığında, mazinin bir nevi sembolü olan ‘sükût faslı’nın başladığından ve şehrâyine katılan herkesin burada sustuğundan bahseder.
bu faslı duymadan önce ve duyduktan sonra diye ikiye ayrılmaz mı artık bir bebek koyu ziyareti,,
***
yeniyle eskinin, dünlü bugünün, düzenle düzensizliğin, gerçekle gerçeküstünün içiçe geçtiği, insana dair hiçbir duyguyu karşılıksız bırakmayan bu şehirde, sürrealistlerin amaçladığı ‘insanlığın anlama yeteneğini baştan sona değiştirmek’ amacı için koşullar elverişli, ortam uygundur. ‘büyüsü bozulmuş dünya’(3)da, böylesi bir kentte yapılan zamanın ve mekanın sıkıştırmadığı yürüyüşler, sohbetler, okumalar ve hayaller, modern akılcılaşma sürecinin yaşamlarımıza dayattığı tekdüzeliği, tek boyutluluğu kırmak için de, istersek, kapitalist düzenin dayattığı yeni büyülenme araçlarına karşı durmak için de yeterli olacak güçtedir
,,yürürken altta akan suyu hissediyor musun?
0 Yorum