Ahmet İlhan
Hem yarayım hem de bıçak!
Tokat benim, yanak da!
Çark benim, çarka gerilmiş beden de!
Kurban benim, cellat da!
YARABIÇAK’TA İKİLİK METAFORU
Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, düşünmeye Charles Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nde yer alan bir şiirinden seçtiği bu dörtlükle başlar. Bu dörtlüğü seçişinde elbet bilinçli bir hesaplılık var. Buradaki oksimoronik ikiliği kullanmak ister Ö. Faruk. Şiirin tümünde başka ikilikler de vardır: “ bıçak-yara, çatlak ses-tanrısal senfoni, kan-kara zehir, tokat-yanak, sonsuz gülmeye hükümlü- artık gülümseyemeyen, kendi kalbinin-vampiri vs…” Jean Paul Sartre, Baudelaire için “kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam” der. Onda hep bir sahtelik, yapaylık, oynama, yaşamı ikilik içinde trajikleştirme çabası olduğunu; bu ikiliği kendi kişiliğinde de yarattığını söyler. Bunu, Baudelaire’in dramı olarak görür ve kendi kendini görmek için iki kişi olmak gerektiğine inandırdığını söyler. Fakat bu ikilik, onun kendisini gerçekte görmesini de engeller. “ hem yarayım hem de bıçağım/ hem kurban hem de cellat” dizelerinde Baudelaire, hem bu ikilik arzusundan hareket eder hem de bilinçliliğini en yükseğe taşıyarak ben’in ben tarafından ele geçirilişini izlemek ister. Baudelaire bir cellatsa, neden kendisini kurban seçmiştir? Belki de Ben’in, kendi diğer ben’ni ancak eziyet ederek ve eziyet çekerek hissedebildiği, görünür kıldığı ve bu yolla kendi kendisine de sahip çıkmayı başarabildiği bir ikilikten kaynaklanıyordur bu. Ya da insan türünün eylemlerinin tümünün sonunda onu arzu ettiği cennete ulaştırmak yerine gittikçe cehenneme yaklaştırdığını vurgulamaya çalışıyordur. Ama Baudelaire’in bu hissediş ve görme çabası sonuçta başarısız oluyorsa içine düştüğü derin yalnızlıkta kendisinin uçurumu da olmak isteyecek, kendisini düşerken seyretmeyi deneyimlemek isteyecektir. Burada şiirin yorumlamasından çıkıp Ö. Faruk’un burada kullandığı metaforun işlevine ve anlamına doğru gelmek gerekecektir. Yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarına girilecekse de başlarda şu kadarını belirtmek gerekecektir: Ö. Faruk, Yarabıçak’ta, Baudelaire’in yarattığı bu ikilik çağrışımından hareketle, kendi ikilik metaforunu kurmaya çalışır. Yarabıçak da baştan sona bir çeşit ikilik üzerine konstrükte edilmiştir. Bu oksimoronik ikilik, temelde insan eylemlerinin, edimlerinin, aklının kümülatifi olarak ortaya çıkmakta ve Ö. Faruk, buradaki gizli-açık çelişmeyi-anomaliyi trajik bir arıza olarak not edip, bunu gelecek için bir uyarıya dönüştürmeye çalışmaktadır. Ö. Faruk, Yarabıçak’ta, uygarlaşma tarihinin, avcı toplayıcılıktan, toprağı ve hayvanı mülk edinmekten başlayarak yani en baştan bir sapmayla bugün geldiği aşama itibariyle apokaliptik bir yere evrilmiş olduğunu, uygarlaşmanın esasında bir yıkım, yozlaşma ve trajik bir değer yitimine dönüştüğünü düşünür. Bu betimleme, Hegel’in tarih felsefesindeki tarihsel id’in ilerleyiş perspektifiyle çelişir görünüyor. İyi’ye doğru ileri gitmeyen, tam tersi kötü’ye doğru bir ilerleyişten bahsediliyor. Bunu gerçekleştiren “akıl-id-ruh” hem insanın bir projesi olan bugünün kötü dünyasının hem de olumlu anlamda iyicil insani edimlerin öznesidir. Yani burada “akıl-id-ruh” hem bıçak hem yaradır. İyiliğin de kötülüğün de tanrısıdır. İnsan yarattığı bütün değerlerle varoluşçu anlamda kendini yaratmış, özünü belirlemiştir. Yazarın Yarabıçak’ta birçok örnek düşünce ve veri üzerinden karşı çıktığı da esasta bu verili uygarlık, kültür, tarih, düşünce, düşünme biçimi ve edimlerdir.
Yarabıçak, Ömer Faruk’un, ironik bir durum olarak hem bugüne kadar hakkında çok şey yazılan hem de kendisinden bahsetmenin zor olduğu deneysel bir çalışması. Neden zor? Göçebe düşünce ve yerleşiklikle, kültürle, yazı ve farkla, boşlukla, gölge ve ışıkla, türlü metaforlarla, sayısız göndermeyle ve niyetlendiği göç boyunca bir taraftan saçıp bir taraftan derlediği denklerle yolculuğa çıkmış ve dilin-söylemin anlam üretimine bir direniş devinisiyle göçü yolda dizmeye yeltenmiş bir metnin ne anlattığından, neyi amaçladığından ve nasıl anlattığından bahsetmek, en başta metnin temel iletisinin kazdığı çukura düşmek olduğu; ikinci olarak da yapıtla ilgili söylenecek hemen her şeyin söylenmiş olmasının, bu yazı için bir tekrara düşme ve özgün bir içerik kuramama tehlikesi yarattığı için zordur. Ayrıca hem içeriği, hem biçimi hem de dil ve söylemi yönüyle tek bir kitap gibi olmayan, bir çoklu kitap denemesi olması da bu zorluğu pekiştirir.
YARABIÇAK’IN DÜŞÜNCE EVRENİNE GİRMENİN ZORLUĞU
Bu duygularla Yarabıçak’ın, okurda ilkin “şaşkınlık” ve “tedirginlik” duyguları yarattığını düşündüğümü söyleyerek girizgâhımı yapmış olayım. Bir kitap için her şeyden evvel, sadece bu durum bile özgün, sıra dışı bir yazı ve fark yaratır demek yanlış bir yorum olmaz sanırım. Şaşkınlık, çünkü kitap, bugüne kadar okudukları hiçbir kitaba ilkin biçim olarak benzemiyor. Uzun bir giriş yazısı, şiirsel alıntılar, aforizmalar, daha önce görülmemiş uzunlukta, yer yer asıl metinden de uzun dipnotlar/açıklamalar, arada ince, küçücük-arada büyükçe yazılar; bazen bir deneme, makale, sohbet, bazen bir öykü, roman veya tamamen yeni deneysel bir biçim ve tür izlenimi bırakan, ödünç alınmış metinlerle metinlerarasılık özelliği taşıyan tuhaf bir biçimsel yapılandırma, okurun şaşkınlıktan bir süre hareket edemediği bir okuma serüveni yaratıyor. Okur, ilkin okumaya nasıl başlayacağını, bu fargmantal yapıda düşünce takibini nasıl gerçekleştireceğini, ana metin ve uzun dipnotlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağını, adı anılan bütün kitap, aforizma, alıntı ve dipnotun bilgisine nasıl erişeceğini düşünerek bir şaşkınlık hissine kapılabiliyor. Tedirginlik çünkü Yarabıçak’ta Ömer Faruk o kadar çok düşünceye, disipline, felsefi yaklaşıma, romana, roman kahramanına, tarihsel, sosyolojik, psikolojik betimlemeye yer verir, gönderme yapar, onları referans alır ki; okurun da bütün bu zengin ve derin içerik karşısında kendi bilgisinin boyutuna ilişkin bir şüphe ve tedirginlik duymaması, kitabın içeriğine vakıf olamayacağı biçimindeki kaygıyı taşımaması zor görünüyor. Nitekim bu okurun; Deleuze ve Foucault’tan, Bauman’dan, Adorno’dan, Melih Cevdet’ten, Braudel ve Kim Ki Duk’tan, Oruç Aruoba’dan, J. Conrad’dan, Kusturica’dan, Mehmet Eroğlu, Gasset ve Haşim’e, Kitabı Mukaddes’ten Gadjo Dilo’ya, Kovel’den Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Hasan Ali Toptaş’a… kadar birçok entelektüel, düşünsel, edebi ve felsefi içeriğe vakıf olmasının beklendiği bir okuma girişiminden bahsediyoruz. Hakan Atalay, Abdalca bir hayat: Yarabıçak adlı yazısında bu değiniler zenginliği için şöyle der: “Mister Fa tiplemesinde göreceğiniz gibi, metinde anlatılar, anılar, tespitler, önermeler, şiirler, kahramanlar bir bütünlük içinde arzı endam ediyorlar. Banka Soymuş Bir Devrimci, Melih Cevdet’in Raziye’siyle yaşıyor, Oruç Aruoba Yürüme’yle araya giriyor, kimi zaman Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki delikanlıyla karşılaşıyor, Rakıyı Karanfille İçen Adam’la tanışıyorsunuz; Gülbahar’ın dansıyla Abdûlgaffar el Hayatî’nin özlü sözleri aynı dünyada yaşayıp gidiyorlar. “ (Sayı: 319 / 2016, Gösteri) Buna bir de Yarabıçak’ın baştan sona hem biçimsel hem içeriksel bir reddiye biçiminde kurulduğunu da eklersek, okur için ne denli aklını, zihnini, bilgisini hem sınayacağı hem de zorlayacağı külfetli bir okuma tecrübesi yarattığını da görmüş oluruz.
Ö. Faruk’un bir düşünen olarak en baştan bir düşünme/düşünce haritası edinmeyerek yerleşikliği reddediyor ve yabanıl bir doğada, düşünce için düşünmeyi bir sürek avına dönüştürmeye çabalıyor oluşu üzerinden Yarabıçak’ta içeriğin yanı sıra dil, yapı ve söylemden daha çok bahsetmek doğru gibi geliyor. İlkin Ömer Faruk’un içerik kadrajından ne göründüğüne bakmak gerekirse:
GÖÇEBE BİR METNİN AĞIR YÜKÜ
“Yara Bıçak” metni, anlatım biçimi olarak soyut ve sembolik bir dil evreni üzerine bina edilirken, bu aynı zamanda somut ve imgelerle dolu bir anlam dünyasına kapı aralamaya izin verir. Bu, iyi düşünülmüş, titiz bir işçilikle harmanlanmış anlatım biçimi, okur için hem metnin üst dokusundan derinliklerine inmeyi ve çeşitli düşünsel katmanları keşfetmeyi teşvik eder, hem de okuyucuyu farklı yorumlara ve düşünsel yolların izini sürmeye yönlendirir. Bu yaratıcı ve özgün biçimsel form, düşüncelerin ve kavramların etrafında dönerek, birçok farklı tema ve felsefi meseleyi iç içe geçmiş bir şekilde ele almaya imkân sağlar. Metnin tetikleyici dili, sık sık içerdiği sembol ve imgelerle soyut kavramları somutlaştırarak anlamsal görünürlüğü de artırır. Bu sembolleştirme ve imgeleştirme çabası ilkin kitabın adıyla başlar. Nitekim “Yara Bıçak” kavramının kendisinin başlı başına sembolik bir ifade olarak hermetik bir anlamlandırmaya izin verdiğini, teşvik ettiğini anlarız. Bu bağlamda “Yara”nın, derinlik, deneyim ve dönüşümü simgelediğini; “Bıçak”ın ise keskinlik, sorgulama ve dönüştürme anlamları taşımakta olduğunu düşünebiliriz. Okurun ilk başta karşılaştığı bu iki kelime, metindeki temaları ve düşünceleri bir araya getirerek zengin bir sembolik evrenin zeminini yaratır.
Yazarın velut anlatım tekniği ise, farklı düşünsel akımları ve filozofları atıflarla bir araya getirerek metni zenginleştirmeye olanak sağlar. Örneğin, Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramının metinde önemli bir rol oynadığını ve taşıyıcı bir kolon olarak tasarlandığını fark ederiz. Göçebe düşünce, Yarabıçak bağlamında sabit kalıplardan kaçarak, sınırları aşarak ve yeni bağlantılar kurarak düşünmeyi ifade ediyor olmalı. Bu kavram, metindeki anlatım biçiminin temelini oluşturan düşünsel serbestliği üretmeye de kaynaklık eder, diyebiliriz. Metin, “boşluk” kavramını da engin bir perspektifle ele alıyor. Yarabıçak ’ta “boşluk”, diğer çağrışımlarının yanı sıra ilkin keşfedilmeyi bekleyen potansiyeli, yeni anlamları ve düşünceleri temsil ediyor, denebilir. Ö. Faruk’un tercih ettiği anlatım biçimi de boşluğun düşünme sürecinin merkezinde ve farklı düşünsel katmanları ortaya çıkaran bir etmen olarak varlık bulduğunu işaret eder. Bu yönüyle de “Yara Bıçak” metni, bütün özgün anlatım olanak ve teknolojisiyle okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkmaya davet eder. Bu yolculukta dilin sembolizmi ve imgelerin gücü, metni bir bütün olarak deneyimlemeyi teşvik ederken, aynı zamanda her okuyucunun kendi düşünsel yollarını ve yorumlarını-duraklarını keşfetmesine olanak tanır. Bu anlatım kombinasyonu, metnin derinliğini ve çok katmanlılığını vurgulayarak, okuyucuyu düşünsel dünyayı sorgulamaya ve yeniden keşfetmeye yönlendirir. Ömer Faruk’un “Yara Bıçak” metni, bir dizi temayı ve felsefi meseleyi ele alarak okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkarırken, temelde aşağıdaki motiflere odaklanmaktadır:
Dilin Sınırları ve Gölgelerin Dünyası: Metin, “uygarlaşma” illüzyonunun kanlı bir serüvene dönüşünü sorgulayarak başlar yolculuğa, ardından “imge” nin yaratma sürecinde hakikatle ilişkisine, daha sonra “ışık-gölge” alegorisini yorumlayarak dilin sınırlılıklarını ve gerçeğe erişimdeki zorlukları ele alır. Gölgelerin dünyası, insanların algılarına dayalı gözlemleri ve dil aracılığıyla yansıtılan anlamları temsil eder. Dilin kısıtlamaları ve yalanları, hakikatin arayışında insanların karşılaştığı zorlukları vurgular. Göçebe Düşünce ve Sınırların Aşılması: Metin, hem Yazı ve Farkı hem de Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramını işleyerek, sabit kalıpları ve sınırları aşarak yeni düşünsel bağlantılar kurmanın önemini vurgular. Bu düşünce tarzı, sınırları zorlamak, beklenmedik ilişkiler kurmak ve farklı düşünme yollarını keşfetmek anlamına gelir. Göçebelik: Michel Maffesoli ‘nin Göçebelik Üzerine: İnisiyatik Başıboşluk’undan alıntılar yapan Ömer Faruk, Maffesolı’nın toplumsal olguları sorgulayarak, göçebeliğin nasıl çağımızın simgesel figürlerinden biri olarak kabul edilebileceğini gösterdiği ve böylece dünyanın küreselleşmesiyle karşı karşıya, olumlu, pürüzsüz, pürüzlerden uzak olmak isteyen bir toplumla karşı karşıya, teknolojik gelişme ve ekonomik kısacası egemen ideoloji, “sade” ve mükemmel olma iddiasındaki, “boşluk”a, kayba, harcamaya, sayılamayan her şeye duyulan ihtiyacın, figürlerin ve evcilleştirmenin fantezisinden kaçtığı bir toplumla karşı karşıya olduğu türündeki düşüncelerinin altını çizmek ister. Bu çalışmadaki düşüncelerin; okuru, “göçebelikten yerleşik yaşama” geçişle karakterize edilen modern çağ üzerine düşünmeye yönlendirmesini aruz ediyor. Meffasolı’ye göre yüzyılımızın post-modern insanı yeni tür bir konargöçerlikle iç içedir: Ulus-Devletin ve büyük ideolojilerin gerilemesi, bu yeni zeitgeist’in etken olmasının nedenidir. Bu çalışmada göçebelik, basit, kesinleşmiş ve tek nedenli bir kazanıma değil, bir dengenin gelmesini bekleyen, heterojen, bazen çelişkili unsurların ifade edildiği karmaşık bir yola dayalı antropolojik bir yapı olarak görülmektedir. Bir bütün olarak toplum gibi birey de bu çelişkili uyum içinde yenilenecektir. Descartes’ın Cogito’su ve Şüphe İlkesi: Metin, Descartes’ın “Cogito, ergo sum” yani “Düşünüyorum, öyleyse varım” ilkesini ele alırken, şüphe ilkesinin düşüncenin temelinde yer aldığına dikkat çeker. Bu bağlamda, düşünmeye ve düşüncelerimize duyulan şüphenin, hakikate daha yakınlaşmada önemli bir rol oynadığı belirtilir. Boşluk ve Potansiyel: Metin, boşluğun bir potansiyel taşıdığını ve yeni anlamların keşfedilmesini beklediğini ifade eder. Boşluk, düşünsel bir alanda yeni düşüncelerin filizlenebileceği, yaratıcılığın ortaya çıkabileceği bir alan olarak işlev görür. Yara ve Dönüşüm: “Yara Bıçak” kavramı, derin deneyimler ve dönüşümü temsil eder. Yara, insanın içinde taşıdığı derin izleri ve deneyimleri simgelerken, bıçak, sorgulama ve değişimin aracı olarak görülür. Bu ikili, insanın içsel yolculuğunu ve dönüşümünü yansıtan semboller olarak işlev görür. Karnaval kültürü: Bu bölüme farklı düşünürlerden alıntılarla başlayan Ö. Faruk, ilkin sanatın kalıcı olma-iz bırakma koşullarının; “sanatçının mutlak özgürlük bilinci ve yapıtın geleceğe cevap verebilme” imkânına sahip olmasıyla mümkün olabileceği türündeki yaklaşımını dile getirir. Fakat bu motifin asıl içeriği, yazar tarafından Yarabıçak’ın temel iletisine uygun olarak düşünülen ve hem hayatın hem sanatın sınırlarında yer alan “karnaval kültürü” nün yaşamın geneline yansıtılması, bir projeksiyon olarak kullanılması yönündeki değerlendirmeleridir. Yazar bu bölümde; M. Bakhtin’in Rabelais ve Dünyası adlı eserinden ilham alır. Geleneksel olarak karnaval bir şenlik, bir tür popüler eğlence, bir maskeli balo olarak görülür. Bakhtin’in amacı karnaval kültürü tanımlaması üzerinden özgün bir yaklaşımla, olayları olağan algılama biçimini bozmaktı. Ö. Faruk’un da yapıtında olayların olağan algılama biçimini bozmayı amaçladığını görüyoruz. Bakhtin de bu yüzden karnavalda olanları yeni bir gözle gözlemlemeye, trajik ya da komik içeriklerini panayırlarda gülen kalabalığın bakışından yorumlamaya çalıştı. Bakhtinci Karnaval ve Karnavalesk yaklaşımda M. Bakhtin, karnaval ve maskeli baloların özünü açıklayan teorik bir model ortaya koydu. Bakhtin’e göre Rabelais romanına nüfuz eden halk mizahı, ortaçağ pazar yeri popüler “kahkaha kültürüne” dayanmaktaydı. Bakhtin’e göre popüler kahkaha kültürü, resmi kültürel biçimlere ve uygulamalara karşı bir muhalefet biçimi olarak tanımlanmalıydı. Bu, yaklaşım bana bizim sol çevrelerce muhalif gösterilerde gözaltına alınan göstericilerin gülümsemelerini fotoğraflayıp altına “Gülmek, devrimci bir eylemdir.” deyişlerindeki tutumu anımsattı. Gülmeye, yüklenen abartılı bir anlam. Nitekim Bakhtin de bana göre karnaval kültürüne fazladan önem atfederek popüler kahkaha kültürü, tüm yerleşik otoriter iktidar merkezlerine meydan okuyan farklı bir dünya imkânı yaratıyordu, diye düşünür. Ö. Faruk, bu yerleşik otoriter iktidar merkezlerini sadece dini, politik alanla sınırlamaz, o, yazın, sanat, düşün ve siyasi alanın da bu tür merkezlerce işgal edildiğini ve çok uzun zamanlar boyunca gerçek işlevinden alıkonulduğunu düşünür. Bu işgal, Bakhtinci “Karnaval kültürü” yaklaşımıyla son bulur mu bilmem ama en azından, mevcut iktidar merkezlerinin otoritelerini sarsmayı, işleyişlerini bozmayı sağlayabilir. Bu nasıl olabilir peki? Şöyle ki: “Karnaval kültürünü” tartışan Bakhtin, karnaval sırasında günlük yaşamı yöneten tüm kural ve düzenlemelerin askıya alındığını savunuyor. Bu askıya alma, hiyerarşik sisteme ve farklı eşitsizlik türleri ile ilişkili tüm korku, huşu ve görgü kurallarını içerir. İnsanlar arasındaki herhangi bir sosyal mesafe kalkar, serbest bir gayri resmi etkileşim ortaya çıkar; aşılmaz gibi görünen hiyerarşik engeller artık geçerliliğini yitirir. Ö. Faruk’un bu karnaval kültürü motifini yorumlayışından şunu arzuladığını çıkarmak mümkün diye düşünüyorum: İnsanlığın geldiği bu yıkıcı, kötücül aşamayı tersine çevirmenin bir yolu olarak, her düzeydeki iktidar merkezlerinin hiyerarşik sistemini, sınırlarını, algı dayatmasını, kültürel kodlarını, bilgisini bozma; zora dayalı sistemlerin kural ve düzenlemelerini, yasalarını, otoritelerini, düşünme biçimlerini vs. askıya alma yoluyla geçersizleştirme. Yazar, karnaval kültürünü, yeni ve mevcuttan tümüyle farklı bir dünya düzeni için bir taslak olarak düşünür. Nitekim bu karnavalesk dünya düzeni, kitabın 489 ve 490. sayfalarında şöyle dile getirilir: “ Tüm çitlerin, dikenli tellerin, sınırların, duvarların, bayrakların, milli marşların, düzenli orduların, anıtların, mabetlerin, kalelerin, gökdelenlerin, üniversitelerin, borsaların ev AVM’lerin anlamını yitirdiği o zamansız boyuta gittik.” Bu boyutta görülebileceği gibi mevcut dünyanın tümüyle silinişi var, bir olumsuzlama üzerinden tahayyül edilen, yeninin resminin mevcudun yokluğu üzerinden tasarlandığı ve yaratıcı imgeyi tetikleyen bir boşluk olarak düşünülen bir dünyadır bu. Ö. Faruk, bu dünyayı karnaval düzeni olarak tasarlar: “ Her ırktan ve cinsten insanın ötekiyle karşılaşarak ona geçebildiği; hayvanlara ve bitkilere dönüşebildiği; ateş, su ve havaya karışabildiği; sarhoş olarak kendisinden çıkabildiği; dışarısıyla buluşabildiği o uçsuz bucaksız sonsuzluğa gittik!” Ö. Faruk’un karnavalının yalnızca dünya düzeniyle, insan türünün yaşam biçimiyle, yalnızca insan dünyasıyla sınırlanmadığını; tüm yaşam formlarının, bunu da aşan bir tahayyülle tüm varlıkların kimyalarının bir karnavaldaki sınırsız, kuralsız, hiyerarşisiz ve renkli karmaşalarındaki gibi karşılaşabildiği ve hatta birbirinin içinden geçtiği, geçerken dönüştüğü, dönüştürdüğü; birbirine karıştığı evrensel bir karnaval düzenidir tasarlanan. Aslında belki sonsuz evrenin kimya ve doğa düzenidir bu ve insanın yüklediği tüm sınırlayıcı anlamlardan azade olmuştur. Bunlarla sınırlı değil tabi Ö. Faruk’un evrensel karnaval düzeni, daha fazlası var ve keşfedilmek üzere okurunu bekler… Ömer Faruk, bu farklı temaları ve sembolleri kullanarak, düşünsel dünyayı sorgulamaya ve yeniden keşfetmeye davet eder. Metin, soyut kavramları somut imgelerle birleştirerek, okuyucunun kendi düşünsel yollarını ve yorumlarını geliştirmesini teşvik eder. Bu şekilde, metin karmaşık düşünsel konuları ele alırken, okuyucuya özgün bir deneyim sunmayı amaçlar. Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları adlı kurgusal metinde ise yazar, esas olarak kendi sol-devrimci anlayışı ile Türkiye özelinde sol-devrimci pratiğin spekülatif bir eleştirisini yapar. Fakat burada kesin hükümler bildiren indirgemeci yaklaşımın, yazarın Yarabıçak iletisinin özüyle çeliştiğini düşünenler de olabilir.
Ömer Faruk’un yüklediği anlamlar ve düşünsel tarihi arka planı bağlamında göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, felsefi bir perspektiften ele alındığında oldukça ilgi çekici bir anlam ağı içinde hareket etmeye imkân sağlar. Deleuze’cü bir perspektiften bakan Ömer Faruk, Çingenelere özgü bu yersizliği, yurt edinmemeyi, konargöçerliği Yarabıçak’ta şöyle ifade eder: “Özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı’, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme biçimidir’ (s.35). Göçebe düşünce kavramı, anlamsalın sabit kalıplarından kaçınmayı ve farklı disiplinler arasında serbestçe dolaşmayı teşvik eden bir yaklaşım olarak değer bulur. Çingeneler ise, genel olarak insan türünün kadim ve yaygın reflekslerinin tersine, yerleşik yaşam biçiminden kaçınarak sürekli hareket eden, konargöçer yaşam tarzını benimsemiş topluluklardır. Bu iki kavram arasındaki anlamsal ilişki, özellikle göçebe düşüncenin felsefi ilkeleriyle uyumlu bir yaşam tarzını benimseyen Çingenelerin, deneyimlerini yansıtması açısından ilginçtir. Bu yaşam tarzı, düşünmenin/düşüncenin geleneksel kalıplarını zorlar ve farklı kültürler arasında köprüler kurarak yeni perspektiflerin oluşmasına zemin hazırlar. Göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, farklılıkların ve çokluğun değerini vurgular. Çingenelerin bu hareketli yaşam tarzı; sabit ve alışılagelmiş düşünce kalıplarını sarsar/zorlar ve farklı kültürlerin etkileşimine açık bir zıt-uygarlık tahayyülüne alan açar. Bu bağlamda, Çingenelerin yaşam tarzı, göçebe düşüncenin temel prensipleriyle uyumlu bir şekilde çalışır ve sınırların aşılmasını teşvik edici sembolik bir rol üstlenir.
Çingenelerin göçebe yaşam tarzı, farklı fiziksel-kültürel coğrafyalar ve sosyolojiler arasında sürekli bir etkileşimi de gerektiren bir akışkanlık için olanak sağlar. Bu da yeni fikirlerin, görüşlerin ve deneyimlerin paylaşılmasına ve çeşitli bakış açılarının zenginleşmesine imkân tanır. Bu yönüyle, diyebiliriz ki göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, felsefi düşünce ve yaşam tarzının nasıl birbirini besleyebileceğini gösteren bir örnektir. Sonuç olarak, bu iki kavram da sınırları aşmayı, farklılıkları değerlendirmeyi ve yeni bağlantılar kurmayı teşvik eder. Hatırlayalım: “Göçebe Düşünce” Fransız filozoflar Gilles Deleuze ve Félix Guattari tarafından geleneksel hiyerarşik ve sabit düşünme kalıplarına karşı bir alternatif olarak sunulmuştu ve sınırları, tanımları reddederek farklı konular, kavramlar ve disiplinler arasında serbestçe dolaşma, bağlantı kurma ve yeni ilişkiler kurma yeteneğini vurgulamak için kullanılmıştı.
–Göçebe düşünce, düşüncenin sabit ve baskıcı yapılarını yıkmayı amaçlamak üzere kurgulanmıştı. Deleuze ve Guattari’ye göre, düşüncenin rahat ve alışılagelmiş yollarını terk ederek, farklılıkları bir araya getirip yeni yollar ve bağlantılar oluşturmak, yaratıcılığı teşvik eder. Bu düşünce tarzı, eski kalıplardan kaçınmayı ve özgürce düşünme yeteneğini geliştirmeyi amaçlar. Ö. Faruk’un Yarabıçak’ı, bu içerikten beslendiği bir deneysel çalışma olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Yarabıçak metninde, sınırların aşılması, göçebe düşüncenin temel prensiplerinden biri gibi gösterilir. Çünkü göçebe düşünce, sınırları aşmayı ve beklenmedik ilişkiler kurmayı teşvik eder. Geleneksel düşünce kalıpları, sınırları çizer ve bu sınırlar genellikle farklı düşünce alanları arasındaki iletişimi sınırlar. Göçebe düşünce, bu sınırları kaldırmayı ve farklı disiplinler, kavramlar ve fikirler arasında bağlantılar kurmayı hedefler. Sınırların aşılması, yeni fikirlerin ve perspektiflerin doğmasına yardımcı olur. Daha önce bir araya gelmeyen farklı kavramlar veya alanlar arasında ilişki kurarak, yenilikçi düşünce biçimleri geliştirme fırsatı sunar. Bu, farklı disiplinlerden gelen bilgilerin ve fikirlerin etkileşimine dayanan kapsamlı ve yaratıcı düşünceye olanak tanır. Bu bağlamda, “Yara Bıçak” metni, göçebe düşüncenin ve sınırların aşılmasının felsefi ve edebi açıdan nasıl işlenebileceğini göstermeyi amaçlayan bir örnektir diyebiliriz.
Metin, farklı düşünsel katmanları ve sembolleri bir araya getirerek, geleneksel düşünce kalıplarını reddederken aynı zamanda yeni ve özgün bir düşünsel deneyim sunmaktadır. Ömer Faruk kitapta, devletin ve toplumun dayattığı kavramların insanların kimliğini ve özgürlüğünü nasıl sınırlayabileceğini vurgularken bu göçebe düşüncenin her tür sınırlandırmalara bir direniş olabileceği fikrinden hareket eder. Nitekim insanlar; ulusal semboller, lider figürleri, kurumlar gibi kavramlar etrafında toplandıkça, özgün kimliklerini ve özgürlüklerini kaybetme tehlikesi altında kalırlar. Ayrıca metinde imlenen “ihlal” çağrısının, sınırları aşarak normlara meydan okuma anlamında kullanıldığı, mevcut düzenin kabul edilen kurallarına karşı bir çıkış ve özgürleşme çabası olarak yorumlandığı da açıktır. Fakat bu anlatıda Ö. Faruk’un itiraz ettiği mevcut düzene, reel “uygarlık”a karşı işaret ettiği bir çeşit “karşı uygarlık”ın nasıl ve hangi dayanaklarla kurulabileceği açık değildir. Yani mevcudun eleştirisine yoğunlaşılmış bir yıkıcılıktan bahsedilebilir, ancak alternatifinin neyle ve nasıl inşa edileceği üzerinde çok düşünülmemiş, denebilir. Tabi bilinçli olarak da bu kodlama yapılmamış olabilir. Öyle ki göçebe düşünce burada tümüyle radikal bir uygarlık reddi, hiçbir şeyin kalıcı olarak kurulmadığı bir boşluk, hiçlik arzusu gibi mi düşünülmüş diye sorulabilir.
YAZI VE FARK ARASINDAKİ BOŞLUKTA TASARLANAN EVREN
Ö. Faruk, refleksiyon gerçekleştirirken aynı anda hem düşünen özne olarak kendisine, hem düşünülen şey olarak düşünme nesnesine ve nesneyle arasındaki ilişkiye; hem yazı ve fark bağlamında sözcük/ses/biçim ile taşıdığı varsayılan bilgi arasındaki ilişkiye, hem düşünme fiilinin kendisine ilişkin sürekli bir şüphe, sorgu ve tekinsizlik alanının içinde hareket etmeye özen gösteriyor. Ö. Faruk’un beslendiği “Yazı ve Fark” kitabında Derrida; farklılık, çeşitlilik, dil, yazı ve düşünce gibi kavramları incelerken geleneksel düşünce biçimlerini aşarak yeni bir felsefi yaklaşım geliştirir ve bunu özellikle “fark” ve “yazı” kavramları üzerinden yapmaya çalışır. “Fark”, Derrida için oldukça merkezi bir kavramdır. Onun perspektifinden fark, özgünlük ve çeşitliliği ifade eder. Derrida, farkın varlığın temel özelliği olduğunu savunur ve bunu “ayrımların düşünülmesi” olarak anlatır. Ona göre, her şey ayrımların birbirine bağlılığıyla oluşur ve bu ayrımların çeşitliliği “fark”ın kendisini oluşturur. “Yazı” ise, Derrida için sadece metinsel anlamda değil, daha genel olarak ifade biçimleri anlamında kullanılır. Derrida, geleneksel felsefenin düşünceyi sabit ve belirli anlamlara indirgeyen bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünür. Oysa Derrida, düşüncenin ve ifadenin değişken, hareketli ve çoklu olabileceğini öne sürer. Bu bağlamda “yazı”, sabit anlamlardan çoklu ve akışkan anlamlara geçişi ifade eder.
Bu bilinçle hareket edilerek kurulan Yarabıçak’ta bu yaklaşım, yazma ve düşünme çabasını aynı anda hem sürekli kurulan hem de sürekli bozulan bir kaotik zeminde sürdürmeye dönüşüyor. Tıpkı evrensel doğa gibi zıddını da kendinde barındırarak, gücünü zıddından alıp kendini zıddında yaratarak ve zıddıyla yok ederek sürekli bir yaratıcı devinim içinde tutuyor. Buna göre düşündüğümüzde “Yara Bıçak”, hem sembolik bir anlam taşıyan hem de metaforik bir düşünceyi ifade eden güçlü bir kavrama dönüşüyor. Bu kavram, Derrida’nın “Yazı ve Fark” eserinden esinlenen bir perspektifte ele alındığında, üstte belirttiğimiz üzere farklılık, çeşitlilik ve değişim temasının bir araya geldiği bir noktayı da temsil edebiliyor. “Yara” da farklılık ve çeşitliliği simgeliyor denebilir. Nitekim her yara, kendine özgüdür ve diğer yaralardan farklı bir hikaye taşır ve kendine özgü deneyimlerin, duyguların, anıların sonucudur. Bu açıdan, her yara, birer farklılık noktası olarak görülebilir. Derrida’ nın felsefesinde vurguladığı gibi, farklılık sadece bir ayrım değil, varoluşun temel bir özelliğidir. “Yara” kavramı da bu bağlamda, farklılık ve çeşitliliği sembolize edebilir. Diğer yandan, “Bıçak“, değişim ve dönüşümü ifade eder. Bıçak, bir şeyi keserek dönüştüren bir araçtır. Bu açıdan, “Bıçak” kavramı, sabit ve belirli anlamlardan çıkarak farklı anlam katmanlarını keşfetme sürecini temsil edebilir. Derrida’nın “Yazı ve Fark” perspektifine göre, düşünce ve ifade de sabit değil, akışkan ve değişken olabilir. “Bıçak”, bu değişim ve dönüşüm sürecini sembolize ederek, yeni anlamların doğmasına zemin hazırlar. Öyleyse “Yara Bıçak”, aslında birbiriyle ilişkilendirilebilecek “yin-yang “gibi iki zıt kavramın birleşimidir, diyebiliriz. Yara farklılığı ve çeşitliliği, bıçak ise değişimi ve dönüşümü temsil eder. Bu kavram, hayatın karmaşıklığını ve çokluğunu yansıtan bir metafor olarak da düşünülmüş olabilir. İnsan deneyimindeki her yara, farklı bir hikaye taşır ve bunlar, bıçak gibi düşünce ve ifade aracılığıyla keşfedilebilir, dönüştürülebilir. Ayrıca “Yara Bıçak”, boşluğun varlığı ve göçebe düşüncenin özgürlüğü arasında bir denge kurmaya çalışıyor da denebilir. “Boşluk”, içinde potansiyel olan, keşfedilmeyi bekleyen bir alanı ifade ediyor olmalı. Nitekim Derrida’nın felsefi perspektifine göre, boşluk düşünme sürecinin özündedir ve yeni anlam ve kavrayışların doğduğu yerdir. “Yara”, bu boşlukları sembolize edebilir. Her yara, kendine özgü deneyimleri ve anıları içeren bir “boşluk” olarak düşünülebilir. “Yara Bıçak”, bu bağlamda, düşüncenin derinliklerine inerken, potansiyel boşlukları ve farklı anlam katmanlarını keskin bir şekilde araştırmayı temsil eder. Sonuç olarak, “Yara-Bıçak” kavramı, farklılığın, çeşitliliğin, değişimin ve dönüşümün birleştiği bir noktayı temsil eder. Her yara, kendine özgü deneyimlerin ve anıların bir ürünüdür ve bu yaralar, düşünce ve ifadeyle keskin bir bıçak gibi dönüştürülerek yeni anlamların ortaya çıkmasına olanak tanır ve Derrida’nın felsefi perspektifinden bakıldığında bu kavramın, hayatın karmaşıklığını ve sürekliliğini ifade eden güçlü bir sembolizmi taşıdığı da fark edilir.
DÜŞÜNMELER ÜZERİNE DÜŞÜNME
Bilindiği gibi Fransızcada (réflexion) terimi, hem bir şey üzerine düşünme, hem de yansıtma anlamına geliyor. Ayrıca bu kavram, düşünmenin kendi üzerine düşünmesi anlamına da geliyor. Ömer Faruk’un norm dışı kitabı Yarabıçak’ta yapmaya çalıştığı şey de bir çeşit felsefi refleksiyon gerçekleştirmek. Nitekim yazar, özellikle çağdaş Fransız düşünürlerin, düşünmeye açtığı belirli kavramlar “göçebe düşünce, yazı ve fark, uygarlık, boşluk, kültür…” ve başkaca çok sayıda düşünce üzerinden hareket ederek ve bu belirli, kayıtlı düşüncelerin altını çizerek; içlerini dışlarına, dışlarını içlerine çevirerek onlar üzerinden düşünme edimi gerçekleştiriyor. Yani düşünmelerin/düşüncelerin üzerinde düşünme faaliyeti gerçekleştiren ve bu yönüyle çok sayıda düşüncenin ve düşünürün izdüşümüne dönüşmüş bir çeşit hypertext Yarabıçak. Ö. Faruk, hiperteksti, okurun istediği gibi bilgisine erişebileceği bir düğümler ağı olarak çeşitli türden bilgilere bağlanmanın ve bunlara erişmenin bir yolu olarak kullanmış görünüyor. Nitekim bu çeşit bir metin, doğrusal olmakla sınırlandırılmamış, refere edilen diğer metinlerle bağlantılar içeren, okuyucunun doğrusal bir yol izlemek zorunda kalmadan direkt kendisini ilgilendiren bilgiye atlamasına izin veren bir dizin içeriyor. Uzun dipnotlar da ana metin ile ipini koparmadan okumak isteyen herkese ek bilgi sağlamak için tercih edilmiş. Bilgiyi birbirine bağlamak için yer yer ana metinden daha uzun dipnotlar/açıklamalar, çok sık başvurulan alıntılar, aforizmalar; düşünce tarihinde öne çıkmış, yaratıcı ve şaşırtıcı yaklaşımlar; çok sayıda farklı esere ve eser kahramanına yapılan göndermeler (örneğin MCA’nın Raziye romanı ve ana kahramanı gibi…), bunlarla kurulan analojiler ve nihayetinde Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları başlığı altındaki kurgusal metin, Yarabıçak’ı en önce içerik ve biçim konstrüksiyonu bakımından özgün kılıyor.
Ömer Faruk’un kurgusal metinde sergilediği sol ideolojik yaklaşımların/edimlerin bir çeşit eleştirisi de Yarabıçak’ın, bütününe yayılmış olan Kartezyen yaklaşımıyla bir uyum gösterir. Ö. Faruk’un oldukça hacimli, zengin içerikli bu çalışmasında tek tek yer verdiği düşüncelerin, gerçekleştirdiği düşünmelerin her birinden bahsetmekten çok, onun ne yapmaya çalıştığını anlamanın eseri anlamak açısından daha önemli olduğunu düşünüyorum. Belki de benzer bir kaygıdan hareketle, kitaba girizgâh mahiyetinde bir sunum metni yazan Şükrü Argın, “Devlet ve İhlal” başlıklı yazısının bir yerinde Yarabıçak için şöyle der: “ Descartes’in cogito’su ve onun yazgısı; bir metin, bir kitap için de geçerli midir? Tuhaf gelebilir ama öyle olduğunu düşünüyorum: Şüphe içinde düşünüp durmuyor ise, bir metnin, bir kitabın var olduğu söylenemez çünkü. Kendi içinde düşünmeyen, içinde sadece düşünceler barındıran bir kitap ya da metin, okurun karşısına geçip seyre dalabileceği bir ‘duvar’dır, o kadar…Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da böyle düşünen metindir işte. İçinde hiçbir anahtar yok-sol anahtar-ı bile yoktur. Kilitleri kurcalar sadece-kurulmuş kilitleri yoklar. Düşüncelerin içinden uyuklayarak değil teyakkuz halinde düşünerek geçer ve her halükarda ısrarla ‘akıntıya karşı’ yüzer.” (Yarabıçak. S. 35)
Şükrü Argın’ın altını çizdiği hususun da üstte ifade ettiğim gibi, Ö. Faruk’un ne anlattığından çok nasıl anlattığı, anlatılan şeye dair tutumu ve ne yapmaya çalıştığı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan da önemlisi, bilgi denilen şeye dair şüpheci, sorgulayıcı, ezber bozucu tutumun kendisini öne çıkarmaya çalıştığını görüyoruz. Bilgiye, düşünceye ve düşünmeye tersten bir bakışla yani Descartes’çı katı aklı değil ama metodik şüphe ve analizi işleterek ve neredeyse tüm geleneksel varsayımları göz ardı ederek, özgür düşünmeyi ve araştırmayı uyandırmaya ve düşüncesinin tam bağımsızlığını işletmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Fakat Ö Faruk’un, Descartes’çı metodik şüpheden akıl yoluyla mutlak bilgiye, doğru bilgiye ve artık şüphenin kıskacından kurtulmuş saf bilgiye ulaşmak istemediğini, daha çok bu metodu işleterek, yerleşik bilgi ve algının hem formunu hem içeriğini bozmak istediğini; ancak bunların yerine kendi doğru bilgisini de yerleştirmeyerek salt tekinsiz bir düşünce-düşünme yolculuğuna çağrıda bulunduğunu söylemekte yarar var. Bu yolculuğun, durup nefes almayı belki içerdiğini ama yerleşmeyi, yerleşikliğin yozlaştıran, iktidara dönüşen ve gerçek anlamda düşünmeyi dışlayan doğasını kabul etmeyen bir yönü olduğunu söylemekte yarar var. Düşünmenin bu göçebe niteliğinin metaforu olarak da yazar tarafından ne kadar isabetli bir metafordur tartışılır ama göçebe bir millet olan Çingeneler olarak seçildiğini de görüyoruz. Millet demişken, Ö Faruk’un Çingeneler için millet sözcüğünü bilinen tanımıyla kullanmadığını, çünkü onların “millet” kavramının tanımlı anlamını taşımadıklarını, bir millet olmanın düşünsel ve edimsel haritası içinde davranmadıklarını söylemek lazım. Diğer taraftan Çingene motifinin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki ana kahramanı Raziye’nin de ele avuca sığmazlık, norm ve form dışılık demeyeceğim, bunların tümüyle reddi, özgürlük, saf bir doğallık, yaşamı dolayımlı değil doğrudan hedefleme ve bir yere yerleşememe, sabitlenmeme gibi düşünce ve durumların temsilcisi olduğunu söylemek lazım.
Ö. Faruk, Raziye karakterinin bu yapısı ile kendi “göçebe düşünce”si arasında bir benzerlik, bir analoji kuruyor. Kendi kurgusal metninde yarattığı kadın kahramanı da Raziye tiplemesinin bir benzeri olarak biçimlendiriyor. Levent Şentürk’ün Yarabıçak ve Raziye arasındaki benzerliği de not ettiği kapsamlı değerlendirmesinde, bu benzerlik şöyle tariflenir: “Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanındaki karakter, devrimci gencin sevgilisi haline getirilir. Bununla da kalmaz, anlatıdaki devrimci, romandaki devrimcinin yerine geçer; iki hikâye birbirine eklemlenir. Hayatı kaymış münevver eleştirmen karakterinin argümanlarının, Raziye’deki çiftlik sahibi dayıyı eleştirmek için kullanılması bir başka katlanma noktasıdır. Bir noktada ana karakter diğerine Raziye romanını tavsiye eder; böylece anlatıda karmaşık bir katmanlaşma daha kendini gösterir. “ (Levent Şentürk, Yarabıçak: “Merkezî Havlayanlara” Karşı “Aşağı Doğru Tırmananlar”, Cogito 82, Kış 2016 ) Raziye’deki Dayı karakterinin, Çingenelerin göçerliği, yersiz yurtsuzluğu, bilinen tanımıyla millet olmayı reddedişleri, özgürlüklerine düşkünlükleri üzerinden onlara saldırışı, onları medeniyet, akıl ve bilim dışı ilan edişindeki pozitif aydınlanmacı tavır, Ö Faruk’un da Yarabıçak’ta karşı çıktığı yaklaşımlardan biri oluyor. O, tam tersi, bu göçebeliğin, evrenin hem doğasına hem ruhuna daha uygun olduğunu, sürekli akan ve devinen bir evrende yerleşik olmanın yanılgısını işaretliyor. Nitekim iktidara dönüşmüş yerleşik, kadim, muhkem tüm dini, etnik, politik, ideolojik ve hatta bilimsel yapıların dünyayı yağmaladıkları bir han-ı iştihaya çevirdikleri, zalim ve hunhar bir ilerlemeci çizgiye tapındıkları; oysa Çingeneler gibi göçerlerin, insanlığın bu kanlı tarihinde ve apokaliptik ilerleyişinde neredeyse tek sayfa katkılarının olmadığını söylemek lazım. Ö. Faruk’un da altını çizdiği şeyin bu olduğunu varsayabiliriz.
TÜM KODLARI UNUTUN
Sonuç olarak diyebiliriz ki Yarabıçak, Deleuze’un da ilham aldığı bir Nietzche’ci düşünme çabası olarak ilkin, onun “aktif nihilizm” diye tarif ettiği bir perspektiften yola çıkıyor ve hep yolda olmak, bir menzile varmamak ve hatta bir menzil olduğu fikrini dışarıda bırakarak yolculuğun kendisini daim kılıyor. Bilindiği gibi Friedrich Nietzsche’ye göre aktif nihilizm seçkinler ve özgür ruhlar içindir. Bu düşüncenin, her şeyi sorgulamaktan ve her şeyin zorunlu olarak yanlış olduğu ilkesinden yola çıkmaktan oluşan bir düşünme biçimi vardır. Nietzche’nin, “Nihilizm, yalnızca her şeyin yok olmayı hak ettiği inancı değil, yok edilmesinin gerekli olduğu inancıdır” derken, onun kurulu, muhkem ve sabit kültürel ve düşünsel yapıların hükümranlığını yıkmayı, sarsmayı ve onları yükseltildikleri yücelik konumundan aşağı indirmeyi kast ettiğini biliriz. Ömer Faruk da bu bilinçle yola çıkmış, göçebe düşüncenin taşıyıcısı olmuş gibidir ve bu nedenle yol boyunca sistemli bir biçimde yerleşik düşünme ve kanılara saldırır. Göçebelik burada, uygarlığın verili biçimine, onun kodlarına karşı çıkarken, onu yıkmayı tasarlarken Nietzche’ci bir yaklaşımla dinleri, kadim felsefi düşünceleri, ideolojileri, kültürel aktiviteleri, kanunları, sözleşmeleri, kurumları ve var olduğu biçimiyle devleti yeniden kodlamanın reddiyesidir. Ö. Faruk da bu yüzden olsa gerek; Yarabıçak’ta karşı çıktığı uygarlaşma tarihinin zıddını kurmaz ya da neyi arzuladığını bildirmez. Kısacası bir kodlama çabasına girişmez. Yalnızca anarşizan, özgürlükçü bir politik tavrın gerekliliğini iletir. Zor bir metin, zoru seven okurlar için…
0 Yorum